Görüş Bildir

Tasavvufta Otokontrol: Melâmetîlik

Tasavvufta Otokontrol: Melâmetîlik. Melâmetîlik Nedir.

İnsanoğlu tabiatı gereği kendisini başkasıyla mukayese etmekten geri kalmaz. Mukayesede genelde kendindeki iyi tarafları görür ve bununla üstünlük sağlamaya çalışır. Özellikle kulluk vazifesinde yerine getirdiği ibadetleri bir üstünlük payesi görme hatasına düşebilir. Bu bağlamda tasavvuf yolcusunun (sâlik) karşılaştığı tehlikelerden biri, başkasından üstün olduğu düşüncesidir. Yani sâlik, kalbindeki manevi hastalıkları bertaraf ettikçe, kendisindeki olumlu gelişmelerin büyüsüyle “ben oldum” düşüncesine kapılıp kibir ve ucb (böbürlenme) kıskacında kalabilir. Sûfîler ise bu tehlikeden kurtulmaya çalışırlar. İşte sûfîlerin bu engeli aşmak için başvurdukları ve kendilerini kontrol ettikleri anlayış melâmettir.

Risâletü’l-Melâmetiyye adındaki eserin müellifi İmam Sülemî (v. 412/1021), kuddise sırruh, Melâmetîliğin Nişabur ve çevresindeki Horasan’da hicri üçüncü yüzyılda ortaya çıktığını kaydeder. Bu bölgeden olan ilk dönem sûfîlerinden Hamdûn Kassâr (v. 271/884), kuddise sırruh, tarafından kurulan Melâmetîlik/ Melâmetiyye ekolünde temel anlayış, kişinin kendisini kınaması ve kusurlu görmesidir. Bu bağlamda Kassâr, “kim nefsini Firavun’un nefsinden daha üstün görürse kibrini izhar etmiştir” der. Bir meşreb olan Melâmetîlik veya Melâmîlik, “kınama, ayıplama ve eleştiri” manasındadır. Buna göre sûfîler, kendi nefislerini kınayıp ayıplarken dinin cevaz gördüğü dairede başkasından eleştiri alacak davranışlarda bulunarak tasavvufta eriştikleri hal ve makamları, nefslerinden ve insanlardan soyutlayıp saflaştırırlar. Melâmetîler, bu davranışlarıyla toplum nezdindeki zahirî itibarlarını yıkmayı amaçlarlar. Bu anlayışa göre melâmetîler, Allah ile aralarındaki kulluk ilişkisine O’ndan başka kimse vâkıf olmaması için toplumca “bozuk” görünen davranışlar sergilerler. Şurası önemli ki bu davranışlar, dinin yasakladığı hududu aşmamalıdır. Bu hususta İmam Yafiî hazretleri “büyük haramlarla yapılan tahrîb/melâmetîlik, tedavi etmez” demiştir.
 

Melâmetîliğin Üç Çeşidi


İmam Hucvîrî (ö. 465/1072), kuddise sırruh, istikamet, kasd ve terk diye üç türlü melâmetten söz eder.

İstikamet melâmetîliği şöyledir: Bir kimse dinî hükümlere riayet eder, ilişkilerinde dürüst davranır. Ancak böyle davrandığı için halk onu kınar. Bu kişi halkın kınamasına aldırmaz ve yoluna (istikamet) devam eder. Bu kişiler her hâl ve şartta hak bildikleri yolda yürürler ve toplumun kendilerine vereceği sıfat ve lakaplara aldırış etmezler. Bu duruma Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin risâletin ilk dönemindeki hayatı örnek verilebilir. Zira ona vahiy gelmeden önce, herkese göre yüce bir şahsiyet iken, vahyin gelmesiyle halkın bir kısmı ona dil uzatmış ve kendisini kınamaya başlamıştır. Bazıları kâhin, şair hatta deli ve yalancı deyip onu kötülemiştir. Ancak o, bunlara aldırmamış ve inandığı yolda ilerlemiştir.

Melâmetîliğin ikinci kısmı kasd şöyledir: Bir kimse halk nezdinde yüksek makâm ve mevki sahibi olur. Bu durumda kalbinin makâma ve itibara meyletme tehlikesi oluşur ve nefsi toplum ile alakadâr olmaya heves eder. Fakat o kişi, kalbini halkın itibarından haz alma arzusundan tasfiye ederek Hak ile meşgul olur. Bunu gerçekleştirebilmek için de melâmet yoluna başvurup, şeriata göre sakıncalı olmayan bazı davranışlara teşebbüs etmek suretiyle halkın kendisini kınamasına ve eleştirmesine sebebiyet veren davranışlarda bulunur. Buna örnek olarak Hz. Osman’a atfedilen bir menkıbe anlatılır. Hz. Osman radıyallahu anh, bir gün hurma bahçesinden dönerken sırtına odun yükler. Kendisine bu hâl sorulunca o da şöyle yanıt vermiştir: “Gerçi bu işi görecek hizmetçilerim var ama kendimi denemek istiyorum. İstiyorum ki nefsimi tecrübe edeyim. Böylelikle halk nezdindeki itibarım, nefsimin herhangi bir işi yapmasına engel olmasın.”

Melâmetîliğin üçüncü kısmı terk şöyledir: Küfür ve sapkınlık kişiyi hâkimiyeti altına alır ve kişi melâmet adına şeriatı terk eder. Bu kişi dini hükümlere uymamak için Melâmetîliği kendine bahane eder. Hucvîrî hazretleri bu yolu, açık bir sapkınlık ve aşikâr bir âfet olarak vasıflandırır. Kendi döneminde var olan bu kesimin halkın merdudu olma çabalarını, aslında Melâmetîliği kullanarak halkın makbulü olmak diye niteler. Hucvîrî, bu kısma giren biriyle münakaşa ettiğinde o zatın eleştiriye kızması üzerine, sû-i isti’mal ettiği Melâmetîlik anlayışıyla çelişik durumundan söz eder.
 

Nakşibendiyye’de Melâmetîlik izleri


Nakşibendiyye tarikatında da izleri bulunan Melâmetîlik, Nakşibendî sûfîleri tarafından dinî kurallara bağlı olarak benimsenmiştir. Buna göre Nakşibendiyyede Melâmetîlik, ibadetleri eksik ve kusurlu görme, insanların kınamasına ve eleştirisine tahammül, sema, raks ve cehrî zikir gibi dıştan görülebilecek uygulamalardan kaçınma, şöhret ve gösterişten uzak durma gibi ilkeler ile kendini göstermektedir. Bu hususta Şahı Nakşibend kuddise sirruhunun şöyle bir beyti rivayet edilir:

“Ez derûn şev âşinâ ve’z birûn bigâne veş
În çunîn zîbâ reviş kem mî buved ender cihân”

Yani, “içerden Hak ile aşina ol! Dışardan gafil bilsinler. Böyle güzel bir yol az bulunur cihanda.”

Melâmet tesiri Nakşî-Hâlidîlik’te de söz ve davranışlarda belirgin bir biçimde görülmektedir. Mevlânâ Hâlid kuddise sirruhunun hemen her mektubunda kendini “hakir, fakir, miskin” gibi sıfatlarla nitelemesi melâmetî meşrebin açık göstergesidir. Mevlânâ Hâlid hazretleri bu anlayışı “İnsanın akıbeti belirsiz olduğundan kişi, herkesi kendinden üstün görmelidir” düşüncesiyle temellendirir. Mevlânâ Hâlid “Nice fâsık ve fâcir mümin var ki kâmil velilerden olmuştur; nice sâlih kişiler vardır ki aşağıların aşağısına düşmüşlerdir” ifadesiyle ferdî mukayese ile üstünlük kurmanın doğru olmadığını vurgulamış ve bundan dolayı da “kendini hiç kimseden üstün görme!” tavsiyesinde bulunmuştur.

Hâlidîlik’te melâmetîlik izlerinden biri de yapılan ibadetler ile ucb ve kibr tehlikesine düşmemek için kişinin yaptığı amelleri beğenmemesinin tavsiye edilmesidir. Buna göre kişi ne kadar ibadet etse de kendini hakir görmeli ve ubûdiyyet bilincini zedelememelidir. Ancak nefisten razı olmama hâli, ümitsizliğe kapılmayı gerektirmemelidir. Burada önemli olan husus, kişinin düşüncesinde “Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır” (Yûnus, 58) ayetinde işaret edildiği gibi Allah’ın fazilet ve rahmetinin kul için amelinden daha üstün olması anlayışının hâkim olmasıdır. Kişi böyle düşünmekle feraha kavuşup çıkar yol elde etmiş olur.

Seyyid Sıbgatullah Arvâsî kuddise sirruhu da nefsi kusurlu görmeyi tavus kuşu temsiliyle izah eder: Tavus, renklerinin çeşitliliğine ve kanatlarının güzelliğine rağmen onlara hiç iltifat etmez, sürekli bacaklarına bakar ve bundan mahcubiyet duyar. Mürid de bu hâl ve düşünce üzere olmalıdır. Kendisine verilen güzellikler kendi eseri olmadığı için bunlardan ötürü kendini beğenmemeli ve kibre kapılmamalıdır. Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, bununla ilgili Farsça şu beyti okumuştur:

“Tâvus bedân şekl-i bedi
Şermende-ye ez sâk-ı reş”

Yani “Tavus, bedeninin güzelliğine rağmen, siyah bacaklarından ötürü hep utangaçtır.”


Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Mehmet Saki Çakır - Mostar Dergisi - Sayı:206 s.38



nizami hayat logo