Miraç Duaları
“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendi lehine, yaptığı (şer) de kendi aleyhinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorguya çekme. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet. Bizi mağfiret et, bağışla. Rahmet et bize. Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (Bakara 286)
Bakara suresinin son iki ayet-i kerimesi Efendimiz s.a.v.’e Miraç gecesi sırasında bir hediye kabilinden inzal buyurulmuştur. “Amene’r-Rasûlü” diye meşhur olan bu iki ayetin sonuncusu, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin tecellisi olarak kulundan gücünün üstünde bir talepte bulunmadığını beyan ile O’na yakarışımızın üslubunu ve muhtevasını talim eder. Adeta dua ile kendi miracımızın yolunu gösterir. Girişe mealini aldığımız Bakara suresinin son ayet-i kerimesinin tefsirini vermeye çalışalım.
Allah Tealâ kullarına kudret ve takatinin müsait olacağı şeylerden başkasını dinî bir emir olarak emir buyurmaz. İlahî bir sevgi ve merhamet olmak üzere hakkımızda böyle meşakkatli şeyleri emretmez. Nitekim Bakara suresinin başka bir ayetinde de mealen buyurulur ki: “Allah size kolaylık diler; sizin için zorluk istemez.” (Bakara 185)
Keşşâf Tefsiri’nde geçtiği üzere ayet-i kerimede geçen ve “gücün yetmesi” olarak meali verilen “vus’” kelimesi, insanın gücünün son noktası değil, hiç zorlanmadan, kolaylıkla yapma gücüdür. İnsana günde beş vakit namaz, zekât, senede bir ay oruç, ömründe bir kere hac, o da imkânı olursa, farz kılınmıştır. Halbuki insanın bunlardan fazlasını yapmaya gücü vardır.
Yüce Allah kullarını takatleri ölçüsünde sorumlu tutunca, herkesin yaptığı güzel işler kendisi içindir. Karşılığı tam olarak verilir. İşlediği kötülük de kendinedir. Onun da karşılığını görür. Ancak Celâl ve ikram sahibi Allah Tealâ affederse o başka.
Herkesin yaptığı kendisine
Allah Tealâ hazretleri bu ayet-i kerimede hayır yapmak hakkında “kesb”, şer için ise “iktisab” ifadesini kullanmıştır. Bu ifadeler kullara şu edebi öğretir: Hayırlar Allah Tealâ’ya, kötülükler ise kulun kendisine nispet edilir. Bu inceliği tefekkür etmek gerekir.
Müfessirler “iktisab” kelimesinde “kesb” kelimesine nispetle harf sayısının fazla oluşunun aynı zamanda mana fazlalığına delalet ettiğini; nefsin şerleri işlemeye son derece istekli olarak kolaylıkla ve süratle gittiği, hayırları ise zorla işlediği manasını çıkarmışlardır.
Allah Tealâ ayet-i kerimede dinî sorumluluğun sırrını açıkladıktan sonra, kulların dualarını nakletmeye başlamıştır. Alûsî Tefsiri’nde bildirildiği üzere bu duaların emir ifadesiyle olması, “duanızda böyle söyleyin” manasına gelir. Burada Cenab-ı Mevlâ kullarına dua etmenin ve kendisinden bir şey istemenin şeklini öğretmiş olur. Bu da kerem ve ihsanın son derecesidir. Çünkü Alemlerin Rabbi, kullarına istediklerini vermek için isteme usulünü öğretmekte, sevap kazanmanın yollarını göstermektedir. Bu ayet-i kerimede müminlerin dört türlü duasını zikredilmiş ve her birinin başına ‘Rabbenâ: Ey Rabbimiz’ seslenişi getirilmiştir. Fakat dördüncü duada bu kelime gizlenmiştir.
‘Unutur ya da hataya düşersek’
Nisyan, yani unutma hali; bilinen bir şey hakkında sonradan gaflete düşmek, onu unutmak demektir. Böyle bir unutma ahirette sorumluluk gerektirmez, fakat unutulan şey hatırlandığında yerine getirilmesinin vacip oluşunu iptal de etmez. Bir namaz ya da malî bir borç unutulmuş olsa namazın kazası, borcun ödenmesi gerekir. Hatırlanınca veya hatırlatılınca namaz kaza edilmeli, borç da ödenmelidir.
Hata ise insanın kasten yapmadığı kusurdur. Bu da ihtiyatsızlık, özensizlik ve ilgisizlik sonucu değilse, bir özür de bulunuyorsa ahiret sorumluluğunu gerektirmez. Yani kişinin dikkatsizliğinden ve lâkaytlığından değil de meşru bir özrü sebebiyle yaptığı hatalar, yanılmalar kendisini ahirette sorumlu duruma düşürmez.
Bu noktada, dikkatsizlik ve özensizlik sonucu olarak insanların hukukuna ait hataların hiçbir şekilde affedilmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Bu hakların imkân dairesinde ödenmesi icap eder.
Bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki unutma ve hata yapmak suretiyle işlenen günahlardan sorgu vardır. Eğer unutma ve hatanın bir bedeli olmasaydı, müminlerin bu şekilde dua etmelerinin istenmesi anlamsız olurdu.
Rivayete göre İsrailoğulları emrolundukları şeylerden birini unuttuklarında veya hata edip yanıldıklarında, kendilerine helal olan yiyecek ve içeceklerden bir şey onlara haram kılınarak cezaları peşin verilirdi. Allah Tealâ bu ayet-i kerimeyle müminlere, kendilerini bu şekilde cezalandırmamasını dilemelerini emretmiş oldu.
Şu halde Allah Tealâ, bu ümmeti hata ve unutmaları sebebiyle sorguya çekmeyecektir. Bu konuda Efendimiz s.a.v. buyurdu ki: “Hata, unutma ve zorlama suretiyle işlenen günahlardan Allah ümmetimi hesaba çekmeyecektir.” (İbn Mâce; Hâkim, Müstedrek). Daha önceki ümmetler ise hata ve nisyanları sebebiyle muaheze ediliyordu. Bu açıklama müfessir Kadı Beyzavî’ye aittir.
Durum böyle olunca, ayet-i kerimede geçen hata ve unutmanın affını istemenin manası sorulabilir. Bu duanın özü, unutkan ve hatalı olduğunu itiraf ile Cenab-ı Hakka iltica etmek, sadece O’na yalvarmayı açıklamaktır. Diğer taraftan kişi çok kere duasında, Allah Tealâ’nın yapacağını bildiği şeyleri de ister. Nitekim mealen buyuruldu ki: “(Peygamber) ey Rabbim, hak ile hükmet, dedi.” (Enbiya112). Yani Rasul-i Ekrem s.a.v. Rabbinin hak ile hükmedeceğini bildiği halde yine de O’ndan bunu istemiştir.
Diğer taraftan unutma ve hata ile yapılan yanlışlar da zararlı, şeriat dışında ve insanın gücü çerçevesindeki olaylardır. Unutarak veya hata ile yutulmuş bir zehrin zararı yoktur denilemez. Günahlar ve kötülükler de zehir gibi zararlıdır. Hiç unutmamak ve hata yapmamak insanın gücünün üstünde olsa da, sebep olduğu kötü sonuçlar da bellidir. Şu halde insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar korunmakla yükümlüdürler. (Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; İbn Acîbe el-Hasenî, Bahru’l-Medîd; Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i lîsi ve Tefsiri)
‘Bize de ağır yük yükleme’
Sonra müminler şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.”
Yani “Belimizi bükecek, bize ağır gelecek, terk edince ve taşıyamayınca azap göreceğimiz şeyleri bize yükleme.”
Ayet-i kerimenin burasında da yakarışın gücünü ve muhtevasının önemini ortaya koymak için “Rabbenâ: Ey Rabbimiz” seslenişi tekrar edilmiştir.
Ayet-i kerimede geçen “isr” “adeta bir boyunduruk gibi insanı boğan, belini büken, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük” demektir. Kelimenin kök anlamından hareketle ağır sözleşmeye, zor dayanılır söze ve bağımlılığa, aynı şekilde akrabalık ve yakınlığa da “isr” denir.
Ayet-i kerimedeki dua ile kastedilen murad, güçlükle yapılabilecek zor sorumluluklardır. Bu zorluklar önceki ümmetlere yüklenmiştir. Meselâ İsrailoğulları’na günah işleyen uzuvlarını kesmeleri, elbiselerinin necaset bulaşan yerlerini kesmelerinin emredilmesi, sudan başka bir şeyle temizliğin kabul edilmemesi, günde ve gecede elli vakit namaz kılmaları, mescitten başka yerde namazlarının kabul edilmemesi, oruç tutan kimsenin uyuduktan sonra yemek yemesinin haram olması, günahları sebebiyle bazı rızıkların kendilerine haram oluşu, mallarının dörtte birini zekât olarak vermeleri, gece işlenen günahın sabahleyin kapıda yazılması gibi ağır yükler bu kapsamdadır. Bunlar gibi daha nice zorluk bu ümmetten kaldırılmıştır. Allah Tealâ bu ümmete merhameti ile muamele etmiş böyle zorluklardan azade kılmıştır. Bu manada Rasulullah Efendimiz s.a.v. buyurur ki: “Ben müsamahalı ve kolay olan hanif bir dinle gönderildim.” (Müsned, V, 266; VI, 116, 233)
İmam Kuşeyrî rh.a. Letâifu’l-İşârât’ta bu ayet-i kerime ile ilgili şu izahı yapar:
“Bu duayı yapanlar; ’Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.’ deyince, Allah Tealâ önceki topluluklar gibi onları yok etmek yerine günahlarını yok etti. Onlara diğer hayvanların şekline sokma cezası vermek yerine günahlarını iyiliklere çevirdi. Önceki kavimlerin başına yağdırdığı gibi başlarına taş yağdırmak yerine rahmet yağdırdı.”
Gücümüzün yetmediği işler
Ayet-i kerimede bize öğretilen “Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme!” duası ile güç yetirmesi zor olan cezalardan Allah Tealâ’ya sığınmamız telkin edilir. Önceki duada yerine getirilmesi zor olan sorumluluklardan O’na sığınılmıştı. Çünkü ağır işlerle sorumlu tutulan insan kusur işlemekten kendini alamaz.
Allah Tealâ kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Elbette yükleyemeyeceği için değil. Fakat lütuf ve ihsanının bir tecellisi olarak O’nun kullarına yüklediği sorumluluk, kulların kolayca güç yetireceği kadardır ve hatta bunun çok altındadır. Nitekim Allah Tealâ’nın kullarına bahşettiği güç ve takate nispetle din kolaydır, onda zahmet yoktur. Böyle olması Allah’ın, sadece fazl u kereminden ve rahmetindendir.Bu sayede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve maişet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkan kalır.
Diğer taraftan belli sorumluluklar kulların farklı kabiliyet ve imkânlarına göredir. Mesela, malı olmayan zekâtla mükellef olmadığı gibi, zenginliğin derecesine göre zekâtın miktarı da farklıdır.
Ayet-i kerimenin bu bölümü ile ilgili olarak denilebilir ki: İnsanın hayatta yaptıklarının yanı sıra bir de yapabilme imkân ve kapasitesi vardır. Kişi kendisine şu soruyu sormalıdır: Acaba benim yaptıklarım yapabileceklerimin kaçta kaçıdır? Madem ki dünya ahiretin tarlasıdır, herkes tarlasına ekme gücü ve imkânı olup da ekmediklerini düşünüp kendisini hesaba çekmelidir.
İbn Acîbe rh.a. Bahru’l-Medîd tefsirinde ayet-i kerimeye farklı bir pencere açarak şöyle yaklaşıyor:
“Bu ayet-i kerimedeki ‘ağır yük’ün Allah Tealâ’nın muhabbeti olduğu da söylenmiştir. Buna göre kul, Mevlâ’nın sevgisinden ancak taşıyabileceği kadarını istemelidir. Hz. Musa a.s.’dan Allah’ın kendisini muhabbetiyle rızıklandırmasını isteyen adamın halini düşün. Hz. Musa a.s. Rabbinden ona sevgisini vermesini isteyince adam kendinden geçti, şaşkınlık içine düştü, elbisesini yırttı, vücudunu parçaladı, sonunda dayanamayıp öldü. Musa a.s. Rabbine adamın durumunu sorunca O şöyle buyurdu: ‘Ey Musa, bin adam benden bu adamın istediğini istedi. Ben de muhabbetimden bir parçayı aralarında taksim ettim, bunun payına o muhabbet düştü.”
Af ve mağfiret
“(Yâ Rabbi!) Bizi affet. Bizi mağfiret et, bağışla. Rahmet et bize. Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”
Ayet-i kerimedeki bu dualar tekrar değildir. “Af”, azabı düşürmek, bir günaha ceza vermemek ve onu silmektir. “Mağfiret” ise tamamen örtmek, rezil olmaktan kurtarmak için günahı örtüp gizlemektir. Bazen bir günahtan geçilir ama günah açıklanır. Allah Tealâ ceza vermez ama o günahı açık eder. Ayet-i kerimede müminler hem affedilmelerini hem de günahlarının örtülmesini istemekle emrolunmuşlardır. Böylece günahları hiç kimseye açıklanmasın, rezil rüsva olmasınlar.
Bu dua ile demiş oluyoruz ki: “Ya Rabbi! İtiraf ederiz ki, biz senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlâsımızla taahhüt etmiş olduğumuz halde yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz. Bütün gayret ve amelimiz esas itibariyle senin bir nimetinin bile şükrünü edaya yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve imkân da senin bize ihsan ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar yine bize bahşedilmiş olduğu halde ve bizim de onu tamamen senin yolunda kullanmamız gerekirken, biz onunla senin rızana aykırı olarak kendimize zarar bile veriyoruz. Kazanç sermayesi olarak verdiğin irade ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için senden dileklerimizi hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil, fazl u rahmetinden ümit ederek diliyoruz. Halbuki bizden herhangi bir şekilde sâdır olmuş günahlar, senin ilahî bilginde zaten belli ve sabittir. Onların oradan silinmesi imkânsızdır. Fakat sen yüce kudretinle onların bize yönelik olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Çünkü sebepleri yaratan ve gerçekten etki sahibi olan ancak sensin. Bizim kötü işlerimizle onların doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi sen dilersen yok edebilirsin. Bizden onları affettikten başka bize mağfiret de et. Ayıplarımızı ilahî ilminde gizle, örtbas eyle, ellerin içinde bizi rezil ve rüsva eyleme. Ayrıca rahmetinle muamele et, rahmetinle bize ihsanda bulun. Sen bizim mevlâmızsın; sahibimiz, mâlikimiz, yardımcımız ve işlerimizin tedbircisisin. Buyurdun ki ‘Allah, inananların dostudur.’ (Bakara 257). O kâfirler güruhuna karşı bize yardım et, nusret ihsan eyle; maddeten ve manen hakkın savunulmasında ve senin adının yüceltilmesinde bizi üstün getir, muzaffer eyle!”
Ve rahmet
Azap iki kısımdır: Birincisi cismanî, ikincisi ruhanî azaptır. Bu ikisinden de kurtulan kişi artık lütuf ihsan ile sevap aramaya başlar. “Rahmet” sevap ve lütuf ile ihsandır.
Ayet-i kerimede af ve mağfiret talebinin rahmet talebinden önce zikredilmesi, güzel ahlâkla süslenmeden önce kötülüklerden temizlenmek prensibine dayanır.Şu halde anlaşılıyor ki, kul için ilk olarak af ile cismanî azabın giderilmesini, ikinci olarak mağfiretle ruhanî azabın giderilmesini, son olarak da ilahî nimetlere sahip olmayı istemek doğru olandır.
İnsan günahlardan temizlenmeyince Allah katında makbul bir kul olamayacağından, en temiz yer olan cennete girmeye uygun olamaz.
Devamla demiş oluyoruz ki: “Ey Rabbimiz! Sen bizim mevlâmızsın, yardımcımızsın ve işlerimizi üstlenensin. Biz ise senin kullarınız. Kâfir topluluklara karşı yardım et. Bizi onlara üstün getir. Şerlerini bizden gider.”
Bu dua ile şeytanların kötülüklerinden korunmak da talep edilir. Çünkü şeytanlar da kâfir grubundandır.
Bu ayet-i kerimede geçen müminlerin dualarının tamamı “biz” ifadesiyle zikredilmiştir. Böylece toplanma, bir arada olma halinde duaların daha kabule şayan olacağına işaret edilmiş olur.
Netice
Son ayetinin tefsirini vermeye Bakara suresini özetlediğimizde görürüz ki: Surenin başında AllahTealâ’nın iyi kullarının gayb âlemine, doğru yolu göstermek üzere gönderilmiş Kur’an’a ve ondan önce gelen kitaplara iman ettikleri, namazı kılıp zekâtı verdikleri, Allah’ın verdiklerinden O’nun rızası için harcamalar yaptıkları, bu iman ve güzel ameller sayesinde Allah rızasına uygun bir hayat sürüp iki cihan saadetine nail oldukları zikredilmişti. Arkadan tafsilata geçilmiş, daha önce gelen kitaplar, peygamberler, ümmetler, Allah’ın onlara bahşettiği çeşitli nimetler, nankörlükler, isyanlar anlatılmış, bunlardan ibret alınarak İslâm’ın getirdiği hidayetten sapılmaması pekiştirilerek istenmişti. Allah Tealâ sûrenin sonunu getirirken bu kullarına bir mükâfat olmak üzere onlar hakkındaki hükmünü, onların kendi nezdindeki yer ve değerlerini bildirmek istemiş, böylece ilk müslümanların yolunu izleyecek olanlara da bir dinî hayat dersi, kul ile Rabbi arasındaki ilişkiyi kurmanın yolu hakkında bir anahtar vermiştir: Rasul ve çevresindeki müminlerin imanlarının ve itaatlerinin Allah tarafından tasdik edilmesi eşsiz bir iltifat, emsalsiz bir saadet vesilesidir. Bu tasdiki takip eden niyaz talimi ise kulluk yolundaki iniş çıkışları göstermekte, iyi niyetli kulların istemeden meydana gelen kusurlarını Yüce Mevlâ’nın bağışlayacağına işaret etmekte, Hz. Peygamber s.a.v.’in ümmetine gelen en son ve kâmil dinin başta gelen özelliklerinden biri olan “kolaylık” temel kuralını dile getirmektedir. Bu son ayet-i kerime, kulluğun güç olmadığını; Allah Tealâ’nın, kullarına güçlerini aşan yükümlülükler teklif etmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Surenin başıyla sonu adeta bir levhanın iki parçası gibi birbirini tamamlamaktadır.
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Dergisi - Sayı 244 s.20