Görüş Bildir

Kapitalizmin Avlanma Taktikleri

Kapitalizmin avlanma taktikleri. İnsanoğlunun tüketim çılgınlığı. E-ticaret ve hızlı tüketim hastalığı.

“Hayat kısa, o elbiseyi al!” 

Böyle yazıyordu çevrimiçi satış sayfalarından birinin ekranıma düşen reklamında.

Önce ironi olduğunu zannettim. Canımı sıkan meselelerden birinin, başkalarının da canını sıkmış olduğunu düşünüp gülümsedim. Ne var ki acı gerçekle yüzleşmem kısa sürdü. İroni değildi. Şaka olsa yine bir parça râzı olacaktım ama şaka bile değildi. Düpedüz ciddi idi adamlar! Kapitalizmin avlanma taktiklerden bir yenisinin resmi gibi, öylece bana bakıyordu o sinsi cümle: Hayat kısa, o elbiseyi al…

Sonra bu cümlenin yüzük, aksesuar ve ev eşyâları ile kurulmuş versiyonları falan da kullanılmaya başladı tabi. Öyle ya, şunun şurasında kaç günlük ömrümüz kalmıştı kimbilir. Kalan bu belirsiz vaktimizde elimizdekilerle idâre edecek hâlimiz yoktu. Beğendiğimiz, beğenme ihtimâlimizin olduğu, hattâ gözümüzün iliştiği her şeyi almak için tüm imkânlarımızı zorlamalıydık. Aksi hâlde içimizde ukde kalırdı. Olur ya travmatik etki bırakır, bastırılmış alışveriş dürtümüz yıllar sonra davranış bozukluklarına yol açabilirdi. Kişisel gelişimimizi tamamlayamadan(!) eksik özgüvenle ölür giderdik hafazanallah!

Bizi her yönden kuşatan, çağın vebâsı dense yalan olmayacak bu tüketim çılgınlığı kimsede huzur bırakmadı. İnsanoğlu var olduğu günden beri bu denli hızlı tüketim yaptığı bir çağ yaşamış mıdır bilmem. Adını “ihtiyaç” koyduğumuz ürünlerin çapı her yeni gün biraz daha genişliyor. Gerçek ihtiyaçlarımız ile egomuzun tatmini için sahip olmak istediklerimiz arasındaki dengenin çizgisi öylesine bozuldu ki, artık evimizde oturup çayımızı yudumlarken eşyâlarımızı eleştirel bakışlarla süzer olduk. Üstelik gözlerimize dayatma standartların gözlüklerini takarak! Çünkü sosyal medyadaki dekorasyon ve sunum bombardımanı sayesinde, yeni çıkan her model ve akım ile yeniden kıyaslayarak bakıyoruz artık evlerimize. Yuvalarımız bizim olmaktan çıkıp sezonun kabul gören renklerine, dekorasyonuna, stiline ait olmaya doğru yelken açmış gidiyor. İşin kötüsü, finalde tüm bunların maddî ve manevî faturası sadece bize ait oluyor!

Hatırlar mısınız o günleri bilmem. Ben çocukken bir akrabamız yahut ahbabımız yeni bir eşya aldığı zaman bundan hepimizin haberi olurdu. Haberimiz olurdu dediysem öyle evlerine gidince görmekten bahsetmiyorum. Diyelim ki yengemiz koltuk alacak. Ailenin hanımları için bir gündem maddesi olurdu bu mesele. En uygun fiyatlı mağazaların adresi yengeye verilir, yakın zamanda koltuklarını yenilemiş olanlara kullanışlı olup olmadığı sorulurdu. Günler, bazen haftalar süren fizibilite çalışmaları sonucunda koltuklar alınır, sonra bahsi geçen bu araştırma ekibi yengeye hayırlı olsuna giderdi. Eğer alışveriş isabetli olmuşsa büyük saadet sebebiydi çünkü bir eşya yenilemek öyle her zaman yapılabilecek bir devrim değildi. Çünkü biz sıkça misafirliğe gittiğimiz tüm evlerin koltuğunu, halısını, perdesini, tabaklarının desenini ezbere bilen bir nesildik. Çünkü o eşyaların bazıları 30-40 yıl kullanılırdı.

Ciğere sızı düşürecek bir hatırlatma daha yapayım ister misiniz? Bir insanı, aklımıza düştüğünde hep aynı kıyafetiyle anımsamak diye bir duygu vardı hani. Falanca amcadan bahsedilince, gözümüzün önüne açık kahverengi örgü süveteri ve yeşil takkesi ile gelirdi. Filan teyze dendiğinde o teyzeyi hepimiz siyah üzerine küçük koyu yeşil ve bordo çiçekleri olan basma elbisesi ile hatırlardık. Çünkü o kıyafetler de yıllarca sahibine eşlik eder, defalarca yamalanır tertemiz bir şekilde giyilirdi, pâre pâre oluncaya dek.

90’larda ve sonrasında doğanlar, şu an kendilerini efsun dolu bir masal dinlemiş gibi hissediyor olabilirler. Ama tevellüdü bize yakın olan okurların gözleri nemlendi bile. O günlere şahit olan birinin, bugünkü alışveriş krizleri karşısında hayretlere düşmesi çok da şaşılacak bir durum olmasa gerek.

Bana deli denilmesi ihtimalini göze alarak yazıyorum buradan sonrasını. Yeni bir eşya alınca gönlüme ince bir sızı düşer dostlar. Bunların ömrü benim ömrümden uzun olabilir diyorum kendime. Fânilik denen hakikat, her yeni eşya alışımda ruhumu besleyen bir tatlı huzursuzluk armağan ediyor bana.

Eskiyen eşyalarımla vedalaşmak da çok uzun sürüyor. Gün içinde kırılan bardaklar, yırtılan çoraplar falan neyse de hayatımda daha uzun süre kalmış eşyalarım evden çıktığında bir dostumu uğurlar gibi bakakalıyorum arkalarından bir süre. Ne çok hizmet ettin bize diyorum. Onu kullanırken yaşadıklarım bir bir geçiyor gözümün önünden. Ardından kaçınılmaz bir muhasebe başlıyor. Şu koltukta otururken kaç gıybete dâhil oldum acaba diyorum. Kaç kişiyi incittim bu sandalyede oturup telefonda konuşurken. Bu halının üzerinde ettiğim secdeler kabul oldu mu yoksa kendimi mi kandırdım endişesi gelip çörekleniyor yüreğime. Eskimiş ayakkabılarımı ille de atmam gerektiğinde uzuyor vedam.

Vedaların en gürültülüsü sükût ile edilenlerdir, biz de öyle yapıyoruz. Ne onlar yoruyor sözü, sesi, harfi ne de ben..

Çünkü evet, hayat kısa.

O elbise, kefenimizden önce giydiğimiz son şey olabilir.


Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Mostar Dergisi Sayı:185 s.46



nizami hayat logo