Henüz Çok Geç Kalmadan - Öykü

ÖYKÜ
Beni duymaktan ilk sen vazgeçtin anne. Dinlemekten de öyle. Ben, senden gördüğümü yapıyorum. Çünkü bilirsin, çocuklar böyledir. Annelerinin aynası. Annelerinin aynısı. Ne zaman, diye sorman yersiz şimdi. Zamanın hiç önemi yok. İlkbahar bittiğinde, sonbahar başladığında, geceler sabaha kavuştuğunda ya da gündüzler geceye ulaştığında.
Beni duymaktan ilk sen vazgeçtin anne. Evimiz çok gürültülüydü haklısın. Sürekli çalışan makinalar, bitmeyen işler, susmayan telefonlar. Ben de çok bağırmamış olabilirim sana seslenirken. Şimdi böyle söylüyorsun. Ama bilirsin, sen de çocuk oldun. Çocuklar bazen hareketleriyle de bağırırlar. Oyuncak bebeğinin saçlarını keserken, topuklarını yere vura vura ağlarken, her şeye omuz silkerken… Duvarlara çarpıp evleri inleten çığlıklara, neden yalnız bezginlikle karşılık verir anneler? “Yeter yavrum, zaten işim başımdan aşkın” deyip olgunluk bekledikleri çocuklarını, başka zamanlarda “Büyüklerin işine karışma!” diye azarlarken çocuklarının şaşkınlığına neden şaşırmazlar hiç? Halbuki çocuklar her gece kendine sorar. Hatırlamıyor musun sahi? Sen de çocuk oldun. Oldun değil mi anne? Çocuklar her gece büyük mü yoksa küçük mü olduklarını sorarlar evvela kendilerine. Ardından da yastığa akan gözyaşlarını silip “Annem beni seviyor mu acaba?” derler. Bu çok zor bir sorudur biliyor musun? Anneleri onlardan “Büyüdün artık!” diyerek olgunluk beklediğinde değil, bu soruyu kendilerine sorduklarında büyür çocuklar.
Bana Biraz Yaklaşır Mısın Anne?
Beni dinlemekten ilk sen vazgeçtin. Konuşmaktan bahsetmiyorum, hayır. Bütün uzuvlarımla sana anlatmaya çalıştığım o sancıdan. Büyümek sancısından belki. Oysa ben senin parçanım anne. Benim içimi buran bütün o sıkıntılar senin de kalbini yoklamış olmalı. Akşam üstleri içine çöken manasız sıkıntıyım ben. Bir mana arıyorum ve soracak kimsem yok. Bu yüzden senin kalbine çörekleniyorum. Daraldım, diye camları açman fayda etmiyor. Gözlerini açsan çok şey değişir belki. Beni görebiliyor musun? Ben arkadaşlarıma özeniyorum artık. Başkaları gibi konuşuyorum. Senin tabirinle hiç ailemize yakışmayan hallere bürünüyorum. Elbette sana yakışmak isterim. Sana ve ailemize. Yakışmak için yaklaşmak gerekir fakat. Bana biraz yaklaşır mısın anne? Çok uzak düştük, göremiyorum.
Anne, yeri gelmişken, yakışmak nedir? Bunu hep sormak istemiştim sana. Madem eteğimizdeki taşları döküyoruz, bu mevzuyu da konuşmalıyız uzun uzun. Konuşmaya geç kaldık gerçi, yine de görüyorsun. Benim ikimize dair, ilişkimize dair hiç tükenmeyen bir umudum var. O umutla her gün yeniden yoğuruyorum bedenimi. Yakışmak, bir kalabalığın içinde eğreti durmamak, herkesleşmek, haklısın. Ama herkes gibi olmaya çalıştıkça; yükselen o ivmenin hızına yetişmek, tüketmez mi insanı? Sözgelimi sürekli temizlik yapman. Yok, hayır konuyu dönüp dolaşıp buraya getirmek değil niyetim. Fakat aklımda kalsın istemem hiçbir şey. Her çıkan fincandan almak, her defasında başka bir pasta yapmak, hiç açılmayan kapısı ardından bir mabet gibi bakmak salona. Sonra gelişmeleri takip etmek durmadan. O yemek programındaki tarifi denemek mutlaka… Bunlar yorucu olmalı. Ama ben yine de sormak isterim, ilk kimin kulağına fısıldandı tüm bunları yapmamanın yakışık almayacağı? Kime yakışmak için yoruldun bu kadar?
“Birbirimizden Hiç Vazgeçmedik”
Biliyor musun anne, ben hiçbir yere yakışamadım. Nerede bulunsam öteki yerin özlemini büyüttüm içimde. Sonra bir kadınla karşılaştım. Deniz kenarında oturmuş; seni, beni ve bütün bu olanları düşünürken. Sımsıkı sarılmıştı kızına. Ne işten bahsediyordu ne de telefon vardı elinde. Cam bir fanusun içinde gibi görünüyorlardı. Bütün cesaretimi toplayıp yanlarına gittim. “Ben” dedim, “Merak ediyorum, bu telaşlı hayata rağmen nasıl böyle gerçek bakıyorsunuz birbirinizin gözlerine?” Kadın gülümsedi. “Her şey aynı anda olmaz, haklısın” dedi. “Neden vazgeçeceğimizi seçiyoruz evvela. Biz birbirimizden hiç vazgeçmedik.”
Bana kızmanı istemem. Sevgin değil sorguladığım. Bütün anneler evlatlarını sever, biliyorum elbette. Ama ben büyüdüm. Büyürken bir sancı da büyüdü içimde. Durmadan benliğimi doğurdum. Öte yandan yakışmaya çalıştım. Anlatmak istediklerim çok. Konuşmaya çabalıyorum. Sitem değil anne. Evet, hep buradaydın. Ama beni görmedin. Kafanı kaldırıp bakmadığından belki. Bu böyle. Hep böyle bu. Sen çamaşır silkeliyordun bana “Efendim?” derken. Soğan doğruyordun. Sen cam siliyor yahut nevresimleri değiştiriyordun. Beni duy diye çabaladım. Bardakları bu yüzden attım yere. Kulağında telefon, tırnaklarını törpülerken bilerek yuvarlandım yatağımdan. “Bu çocuk gibi şımarığını görmedim” diye dert yakınırdın. Yüzünü görmek için yapıyordum hepsini. Bir defasında eteğini çekiştirirken çorba karıştırıyordun sen. O an “Keşke…” demiştim, “Şu kaynar çorba başımdan aşağıya dökülse! Annem dönüp bana bakar. Sever beni. Okşar. Diğer anneler gibi bir anne olur. Ben de öteki çocuklara benzerim o zaman. Ya da hiç kimseye benzemeyen bir benzersizlikle, bir kere ‘Seni seviyorum’ deriz birbirimize. Aramıza havaya kalkan tozların, cama vuran ışıkların sesi bile karışmadan…” Çok mu geç kaldık anne?
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Aile Dergisi Sayı:213 s.48