Görüş Bildir

Gönüller Yapmaya Geldim

Gönüller yapmaya geldim şiiri. Gönüller yapmaya geldim ilahisi. Gönüller yapmaya geldim Yunus Emre.

Benim bunda kararım yok,ben bunda gitmeye geldim
Bezirgânem metâım çok, alana satmaya geldim.

Ben gelmedim dâviyüçün, benim işim seviyüçün
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.

Dost esriği deliliğim, âşıklar bilir neliğim
Değşürüben ikiliğim, birliğe yetmeye geldim.

Ol hâcemdir ben kuluyam, dost bahçesi bülbülüyem
Ol hâcemin bahçesinde şâd olup ötmeye geldim.

Bunda bilişmeyen canlar, anda bilişemez onlar
Bunda bilişüb dost ile, ömrüm harc etmeye geldim.

Yunus Emre âşık olmuş, mâşûkun derdinden ölmüş
Gerçek erin kapısında, hâlim arz etmeğe geldim.

(Yunus Emre)


Yunus Emre bu ilahisinde Hak âşığı dervişlere mahsus hâllerden bahsetse de, sözlerini işitip okuyanlara, “Siz dahi böyle olun yahut böyle davranın” makamında nasihatte bulunuyor. Söyledikleri, pek çok ilahide olduğu gibi, bazı ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere dayanıyor. Nitekim daha ilk beyitte, Rasulullah s.a.v.’in Abdullah b. Ömer r.a.’tan rivayetle gelen şu nasihatine telmihte bulunulmuş: “Ey Abdullah! Bu dünyada ya gurbetteki bir insan gibi, ya bir yolcu gibi ol; yahut da kendini kabir ehlinden farz et!” Yunus Emre, “Benim bunda kararım yok / Ben bunda gitmeye geldim”, yani “ben bu dünyada kalıcı değilim; her insan gibi benim de sayılı nefeslerim bir gün tükenecek ve ebedî âleme göçeceğim” derken, Efendimiz s.a.v.’in bu öğüdüne uyduğunu, dünyada bir yolcu olduğunu beyan ediyor.

Gerçi dünyada herkes bir yolcu. Gelen gidiyor çünkü. Aslolan bunun farkında olabilmek ve dünya hayatını bir yolcu gibi yaşayarak, her adımda er geç varılacak menzili, ahiret yurdunu gözetmek. Fâni olanı terk edip bâki olana yönelten bu şuur, hakikatin idrakine de imkân veriyor. Böylece idrak edilen ilk hakikat, insanın Allah Tealâ’dan gelip yine O’na döneceği ve bu dünyaya Rabbi’ni bilip O’na kulluk etmek için gönderildiğidir.

Kulluktaki sadakat ve ihlâs, marifetullah nispetindedir. Marifetullah ise kulun kendini bilmesine bağlıdır. Hadis-i şerifte “Kendini bilen Rabbi’ni bilir.” denilmiştir. Cenâb-ı Mevlâ’nın, “İnsan benim sırrım, ben de insanın sırrıyım.” buyurduğu hadis-i kudsîde de yegâne hakikat olan Hak Tealâ’yı bilmenin, insanın âdemiyetine gizlenen sırlara vukufiyetle tahakkuk edeceğine işaret vardır. Ol sebepten Hacı Bektâş-ı Veli k.s. hazretleri, “Her ne arar isen kendinde ara” buyurmuştur.

İnsan “zübde-i âlem”, yani bütün âlemlerin özü, özetidir. İnsan Allahu Azîmüşşân’ın halifesidir, muradıdır, cümle mahlukatının en şereflisidir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmâ ve sıfatlarına mazhar olabilecek bir kabiliyette, “ahsen-i takvîm” üzere yaratılmıştır. Bir nefha-i ilahî olan ruhuna esmâ ilmi ilkâ edilerek mükerrem kılınmıştır. Kendini bilen insan, aynı zamanda ilmin satırlarda değil, sadırlarda, yani kalplerde olduğunu bilen insandır. İşte Yunus’un, “Bezirgânım metâım çok / Alana satmaya geldim” mısraındaki “metâ”, ancak dünyadan garip bir yolcu gibi geçenlerin vâkıf olabileceği hakikatlerdir. Kendini ve Rabbi’ni bilenlerin sadırlarındaki ilimdir ki Yunus gibi Allah dostları, hakikate dair bu bilgileri talep eden herkese vermeye âmâdedirler.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz s.a.v.’in tebliğ ve terbiye usulünü sürdüren hakikat bezirgânı evliyaullahın pazarı, iddia ile değil aşk iledir. Onlar gönüllerin “Dost’un evi” olduğunu, beytullah olduğunu bilir; gönül kâbesine hürmet ederler. Kalp kırmamak, gönülleri incitmemek için kimseyle kavga etmez, cedelleşmez, kimseye kem söz söylemez, kem nazarla bakmazlar. Çünkü varlık sebepleri “gönüller yapmak”tır. Yıkılan bir gönlü imar etmek için o gönüle girmek gerektiğini, gönüle girmenin de aşk ile olduğunu bilirler.

“Ben gelmedim dâviyüçün, benim işim seviyüçün / Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.” beytini ilk bakışta böyle anlamak gerekse de, “ben” yerine “biz”i koyup bir nasihat olarak anlamakta fayda var. Madem o Rahmet Peygamberi’nin ümmetiyiz, bizlerin de şu üç günlük dünya için dava kılmaktan; kavga ile, incitici tartışmalarla gönüller yıkmaktan kaçınmamız gerekir. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in, müezzinin taklidini yaparak ezanla alay eden Ebu Mahzûre isimli bir gence bile muhabbet ve merhametle yaklaşıp, ona kızmadan, “Ne güzel sesin var; şu ezanı bir daha oku bakalım” iltifatıyla onun kalbini nasıl kazandığını ve İslâm’la şereflenen Ebu Mahzûre r.a.’dan sonra da onun ahfâdının okumaya devam eylediği ezanlardaki yakıcı sadânın, kazanılmış bu kalple Mescid-i Haram’da asırlarca nasıl yankılandığını hatırlayalım.

Kaldı ki “dost” Allah Tealâ’dır ve O bütün müminlerin dostudur. Kur’an-ı Kerim’de “Allah müminlerin velîsidir.” buyurulur. Dost, bu ayet-i kerimedeki, “destekleyen, koruyup gözeten, müşkül gideren, yâr ve yardımcı olan” manasına “velî” kelimesinin Farsçasıdır. “Dostun evi” ise gönüllerdir. Hadis-i kudsîde, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun gönlüne sığarım.” buyurulur. Öyleyse Nesîmî’nin, “Çünkü bildin müminin kalbinde beytullah var / Niçin izzet etmedin ol evde ki Allah var” ikazına kulak vermelidir.

Mümine düşen, gönül kırmak değil; muhabbetle, merhametle, şefkatle gönüller yapmaktır. Rabbimiz, Kâbe’yi imar eden Hz. İbrahim a.s.’a “halîlim” demiştir. “Halîl” de dost demektir. Allahu a’lem, Cenâb-ı Mevlâ’nın “dostum“ hitabına mazhariyet, evvela kendi gönüllerinden başlamak üzere gönül kâbesini imar edenler için de büyük bir müjde, bir büyük ikram vaadidir.

Gönlünü Dost’un evi kılanlar, Dost’a âşık olur, O’nun güzelliğini müşahede ile kendilerinden geçerler. Sâdık âşıklara mahsus bir esriklik, sarhoşluk hâli içindedirler ve görenler onları deli zanneder. Bu delilik, Hasan-ı Basrî k.s. hazretlerinin Sahabe-i Kiram’ı anlatırken söylediği, “Siz onları görseydiniz deli sanırdınız” sözündeki deliliktir. Kâmil imanın, takvanın, aşkın iktizası bir istiğnâ yahut cezbe hâlidir. Yunus da “Dost esriği deliliğim, âşıklar bilir neliğim” mısralarında bunu anlatıyor. Diyor ki: “Benim bu deliliğim, Dost iştiyakının sarhoşluğudur. Ne hâlde olduğumu ancak benim gibi âşıklar anlar.”

Âşığın deliliğinin bir diğer sebebi, müşahedenin devamlı olmamasıdır. Bazen kesret vahdeti örter, âşık Cemâl tecellilerinden mahrum kalır. Daimî bir müşahede için âşık mâşuk ikiliğinin giderilmesi, âşığa “ben” dedirten nefsinin aradan kalkması gerekir. İnsanın bu dünyadaki imtihanı Yunus’un ifadesiyle “ikilikten geçip birliğe yetmek” diye de tarif edilebilir.

Bunun için bir “hâce”ye, yani bir mürşid-i kâmile varmalı, ona tâbi olmalı, onun Dost’u bulduran bahçesinde Dost zikriyle bülbül gibi şakıyıp Dost hasretiyle yanan kalbi şâd eylemelidir. Zira kalpler ancak zikrullah ile itminana ererler. İlahinin aslındaki “Ol hâcemdir ben kuluyam” mısraının, bazı metinlerde “Ol padişah ben kuluyam” diye yazılıp okunması, hâce yahut padişah ile Cenâb-ı Hakk’ın kastedildiğini düşündürebilirse de öyle değildir.

Zira bu şekilde anlamak, âşığın ikilikten kurtulma arayışından vazgeçtiği manasına gelir. “Hâce” veya bizdeki daha yaygın söylenişiyle “hoca”, Sâdât-ı Kirâm’dan her bir mürşide verilen unvandır ki cümlesi “Hâcegân silsilesi” diye bilinir. Esasen bir hâceye, bir mürşid-i kâmile teslim olmakla, “el ele, el Hakk’a” muktezasınca Allah Tealâ’ya teslim olunduğuna göre, kimin kastedildiğine dair bir tereddüde de mahal yoktur.

Bir padişaha, bir sultana tâbi olur gibi tâbi olunan, talimatına harfiyen uyulması gereken kâmil mürşidler, marifetullah talimi ile Dost’u bulmanın, Dost’a ermenin yollarını öğretirler bağlılarına. Allah Tealâ’yı bu dünyada tanıyıp bilmek suretiyle O’na dost olmayanlar, ahirette O’nun dostluğundan mahrum kalacaklardır. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de, “Bu dünyada kör olanlar, ahirette de kör olarak haşredilecektir.” (İsra 72) buyurularak haber verilir.

Âyet-i kerimedeki körlükten maksat maneviyat körlüğüdür. Bu dünyada iken Allah Tealâ’nın varlığını, birliğini, kudretini görmeyen; bakıp gördüğü halde hakikati fark edemeyen, kalp gözü kapanmış, basireti bağlanmış kimseler yarın ahirette cenneti de Cemalullah’ı da göremeyeceklerdir. Onun içindir ki Yunus Emre, “ömrüm oldukça Dost’u bu dünyada iken bilmek, marifetullaha ermek için gayret göstereceğim” manasına, “Bunda bilişüb dost ile, ömrüm harc etmeye geldim.” diyor.

Bu gayret, bir “gerçek er”in kapısına varmayı, eteğinden tutmayı, kılavuzluğuna teslim olup Mevlâ’ya götüren yola koyulmayı gerektirir. Kulun tek başına, rehbersiz kat edemeyeceği bu yolda, kalbe doğan havâtır rahmanî midir, şeytânî midir; aşk dediği hakikaten aşk mıdır, değil midir, halden anlayan bir mürşid-i kâmile arz edilmeyince bilinmez.

Hâsıl-ı kelâm, Yunus Emre şunu tembihliyor bizlere: Bir kâmil mürşide varmayınca dünyadan gelip geçen bir yolcu olduğumuz idrakiyle istikamet üzere yürümek, mahlukata muhabbetle nazar kılmak, gönüller yapmak, zikrullah ile marifete ermek muhaldir.


Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Dergisi Sayı:249 s.42



nizami hayat logo