Osmanlılar'da Peygamber Sevgisi

Muhyiddin İbnü’l- Arabî hazretleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bir asır önce yaşadı. Onun Şeceretü’n- Nu‘mâniyye adlı eserini birçoğumuz bilmeyiz. Şeyh-i Ekber unvanını hak etmiş bir ehlullahın kaleminden çıkan bu eser, gerçekten çok enteresan bilgilerle dolu. Bu bilgiler arasında, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Yavuz’un Mısır seferine, IV. Murad’ın Bağdat seferinden, Sultan Abdülaziz’in katledileceğine dair birçok haber de mevcut. Üstelik bu olayların gerçekleşmesinden asırlar önce verilmiş haberler bunlar.
Bu bilgiler keramete de, ehlullahın ferâsetine de yorulabilir elbette ama ortada bir gerçek var: Osmanoğulları’nın yeryüzünde icra eylediği vazife ve “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve yükseltir” (Muhammed 47/7) âyet-i kerimesindeki iltifata mazhar olmaları.
Kuruluşta Manevi Temeller
Bu açıdan bakıldığında, devrin âlimlerinin, âriflerinin ve ehlullahlarının Osmanlı’ya ilgi duymaları ve onların etrafında toplanmaları şüphesiz bir tesadüf değildi. Şeyh Edebâli’nin kızını Osman Gazi’ye, Yıldırım Bayezid’in de kızını Şeyh Emîr Sultan hazretlerine vermesi de elbette bir tesadüf değildi.
Lütfi Paşa Tarihi kayıtlarına göre Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim yaşadıkları asrın müceddidi idiler. Devrin ilmî ve manevi ortamı dikkate alındığında, bir şahsın müceddid ilan edilmesi de öyle sıradan, ulu orta yapılacak bir şey değildi.
Şeyh Edebâli, Hâce Muhammed Baba Semmâsî ve Hacı Bektaş- ı Veli (k.s) kuruluş asrının kutubları; Somuncu Baba olarak anılan Hamîdüddin Aksarayî ve talebesi Hacı Bayram- ı Veli (k.s) devrin manevi direkleri idi.
İlâ-yi kelimetullah için cihadı şiar edinmiş Osmanoğulları, 17. yüzyıl tarihlerinden Sahâifü’l- Ahbâr’da “Doğu’nun ve Batı’nın, karaların ve denizlerin efendisi, Mekke ve Medine’nin hâmisi” olarak anılmaktalar. Ama onlar büyük bir edeple hâmilik (koruyucusu) sıfatı yerine bu beldelerin hâdimi (hizmetçisi) olduklarını belirtmişlerdi. Öyle ki Hz. Peygamber’in (s.a.v) şehrini bir valinin adı altına sokmamışlar, oraya gönderdikleri idareciye vali yerine “Medine muhafızı” unvanı vermişlerdi. Bir cihan devleti kurmalarına rağmen, Mekke ve Medine’ye Osmanlı sancağı asmayı da edebe aykırı bulmuşlardı.
Yönetmek İçin Değil, Hizmet İçin
Mekke’nin ve Medine’nin hâmisi olarak görülen Osmanoğulları, bu mübarek beldelere neler yapmış ve bu sıfatı hak etmek için nasıl bir gayret içinde olmuşlardı? Onlardaki hangi özellikler böyle şerefli bir mertebeye yükselmelerine sebep olmuştu?
Kosova ovasında şehadet mertebesine ulaşan Sultan I. Murad’ın, şehidlik için yaptığı duanın makbul olmasının sırrı neydi? II. Murad’ın Muhammediyye müellifi Yazıcızâde Mehmed Efendi’ye ve Envârü’l- Âşıkîn müellifi Ahmed Bican’a iltifatlarda bulunmasının altında hangi hisler yatıyordu? Ya Akşemseddin’in manevi tasarrufunda yetişen Fâtih,
“İmtisal- i cahid- i fillah olubdur niyyetim
Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretim.
Ey Muhammed mu‘cizât- ı Ahmed- i Muhtar ile
Umarım galib ola a‘dayı dine devletim”
derken hangi duygular içerisindeydi?
Muhyiddin- i İskilibî’nin (k.s) tasarruf, himmet ve dualarını alan II. Bayezid’e veli sıfatı verilerek “Bayezid- i Veli” olarak anılmasının hikmeti ne olabilir? Fâtih’in, Hâce Abdülhâdi (k.s) ile ünsiyetinin boyutları ne kadardı? Bayezid’den geri kalmayan kardeşi Cem Sultan’ın hac ibadetini ifa ettikten sonra yazdığı şu beyitler,
“Kâbetullah’a varıp bir kez tavaf eylediğin
Bin Karaman, bin Acem, bin memleket- i Osman’dır”
hangi duyguların ifadesi idi?
Kendisine Hâkimü’l- Haremeyn diye hitap eden hatibe itiraz ederek, “Hayır biz ancak Hâdimü’l Haremeyniz” diyen Yavuz Sultan Selim’in,
“Ey keremkân- ı Resûl- i Kibriya kemterindir bu Selim- i pürhata.
Dergâhından iltica eyler atâ el-meded, ey maden- i nur-i Hudâ”
mısralarında görülen Allah Resûlü’ne muhabbet ve hürmet, âlimlerin ve âriflerin onlara gösterdiği ilginin sebebini yeterince açıklıyor olmalıdır.
Bir başka beytinde,
“Padişah- ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden alâ imiş!..”
diyen Yavuz, Şam’da Muhyiddin İbnü’l- Arabî hazretlerinin kabrini yaptırıp asırlar öncesinden söylenen kerameti gerçekleştirirken, Şam’ın büyük velilerinden Muhammed Bedahşî hazretlerini de ziyaret ederek sohbetinde hiç konuşmadan oturmuş ve huzurdan öylece ayrılmıştı. Bunun hikmeti sorulduğunda da,
“Evliyaullahın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması, cihan padişahı da olsa uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle maneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtacız. Şayet huzurunda konuşmam gerekseydi, bunu belli eder ve söz etmemi temin ederlerdi” diyerek zamanlarının maneviyat yıldızları tarafından niçin sevildiklerinin ipuçlarını vermişti.
Döneminin mürşid- i kâmilleri İbrahim Gülşenî, Sünbül Efendi, Merkez Efendi’nin (k.s) teveccühlerini kazanan Kanûnî’nin rehberleri kimdi dersiniz? İşte cevabı:
“Allah Allah diyelim sancağ- ı şahı çekelim
Yürüyüp her yandan şarka sipahi çekelim.
Umarım rehber ola bize Ebû Bekr u Ömer
Ey Muhibbî yürüyüp şarka sipahi çekelim...”
Cihan Sultanı Kanûnî, gördüğü bir rüyada Hz. Peygamber’in (s.a.v) kendisine, “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin, sonra da benim şehrimi imar edesin.” Mekke ve peygamber şehri Medine’yi imar etmişti. Hatta vasiyetinde, şahsî servetiyle kurulacak bir vakıfla hacılar için su getirilmesini istemişti.
Peygamber Şehrine Hürmet: Surre Alayları
Yıldırım Bayezid döneminden itibaren bütün Osmanlı padişahları Hicaz’a ayrı bir değer vermişler, her yıl o topraklara “surre alayları” göndermişlerdi.
Başlı başına bir araştırma konusu olan bu surre alayları, Osmanlı padişahları tarafından her hac mevsiminde Mekke ve Medine ahalisine gönderilen para ve hediyeler için tertip edilen kervanların adıydı.
Osmanlı Devleti’nin büyüyüp gelişmesi ile Hicaz topraklarına olan ilgi de artmış, Fâtih döneminde Mekke’ye ganimet malından 9000 altın ve bir nâme- i hümâyun (padişah mektubu) gönderilmiş ve Mekke şerifi bu name- i hümayunu Kâbe’nin önünde okutmuştu. Sonra da İstanbul’a zemzem ve Kâbe güvercinlerinden göndermişti. Yavuz döneminde Haremeyn hizmetleri için gönderilen miktar 200.000 altına çıkarılmıştı.
Surre- i hümâyun, surre emini başkanlığında kurban bayramında Mekke ve Medine’de olacak şekilde dinî ve askerî törenle İstanbul’dan yola çıkarılır, bu esnada İstanbul’un bütün selâtin camilerinin hatip ve imamlarıyla birlikte şeyhler törene katılır, ilâhiler okunur, dualar edilirdi.
Gönderilen hediye ve paralar, Mekke ve Medine fakirlerine, hac ve su yollarının tamiri ve bakımına, bu şehirlerdeki imar faaliyetlerine harcanırdı. Bu hediyelerin içerisinde en önemlisi hiç şüphesiz Kâbe örtüsü idi. Yenisi gidince eski Kâbe örtüsü hürmetle geri getirilerek paylaşılır, çeşitli camilere gönderilirdi. Bütün Osmanlı padişahları, hanım sultanlar ve vezirler, Mekke ve Medine’de günümüze kadar izleri süren hayır kurumları, medrese ve imaretler yaptırarak Allah’ın rızasını, Resûlulah’ın (s.a.v) şefaatini kazanmayı ummuşlardı. Sultan IV. Murad Kâbe’yi tamir ettirmiş, Beyt-i Mükerreme’nin on birinci bânisi sıfatını almıştı.
Osmanlı padişahları, devlet işlerinin aksamaması için bizzat hacca gidememişlerdi. Bu konuda şeyhülislâmların vermiş olduğu fetvalara uymuşlardı. Padişahlar hacca gidemeseler de, mübarek topraklara ve Hz. Peygamber’e karşı Veysel Karanî gibi bir sevgi ve bağlılık içerisinde olmuşlardı. Hacca gidenler ve dönenlere karşı hürmette bulunmuşlar. Kandil geceleri görkemli mevlid törenleri düzenlemişler, Resûllulah’ın (s.a.v), Ehl-i beyt’in, ashâb- ı kirâmın, sâdât- ı kirâmın kabirlerini ihya edip, hatıralarını günümüze taşımaya önayak olmuşlardı.
Onun Hatırasına Hürmet
Hz. Peygamber’e (s.a.v) sınırsız sevgi ve saygı duyan, padişahlık kavuğunun altına Hz. Peygamber’in ayak izinin resmini yaptıran Sultan III. Ahmed bir naatında,
“Zat-ı pâk-i Mustafa’ya âşıkım
Can ile fahrü’l- veraya âşıkım.
Muksim- i feyz-i nevadır ol şerif
Menba- i cud ü ataye âşıkım.”
derken kendinden önceki cedlerinin duygularına da tercüman oluyordu. Sultan Abdülaziz, Medine- i Münevvere’den gelen bir dilekçe kendisine uzatıldığında hasta yatağından ayağa fırlamış ve, “Haremeyn’den, Allah Resûlü’nün komşularından gelen talepler yatarak, edebe aykırı halde dinlenmez!” diyerek, Hz. Peygamber’e olan muhabbetinin ve hürmetinin büyüklüğünü göstermişti.
Abdülhamid Han, Haremeyn’e karşı gönülden duyduğu bağlılığı, demir yollarıyla maddeten de gerçekleştirip, İstanbul- Hicaz demiryolunu yaptırdığında, raylar Medine’ye yaklaşınca, “Mümkün olan bütün aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın” diye emir vermişti. Bu emir üzerine raylara keçeler döşenmiş, Ravza- i Tahire’nin azametine gölge düşmesin diye trenler şehre çok düşük bir hızla giriş yapmışlardı.
Son padişah Sultan Vahdeddin Han tarafından “Devlet- i Aliyye- i Muhammediyye” olarak da zikredilen Osmanlı Cihan Devleti, Hz. Peygamber’in (s.a.v) dua ve övgüsüne; Hak dostlarının, Semerkand ve Buhara ehlullahlarının teveccühüne işte bu aşk, vecd ve manevi terbiye sayesinde ulaştı.
Ne dersiniz, onu dünya tarihinde çok özel bir yere ulaştıran da bu ruh değil miydi?
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Tarih Aynasında Osmanlı - Eşik Yayınları