Osmanlı'daki Zimem Defteri Geleneği Nedir?
Dünya var olalı beri eksilmedi “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!” diyenler. Bunun aksine yine hep oldu, “Ben keyif içindeyken başkasının zor durumda olmasına katlanamam” diye düşünenler. Lakin eskiden daha çoktu sanki bu erdemli insanlar.
Siteler ve o sitelerde ikamet edip birbirini tanımayan insanlar yoktu eskiden. Cebinizde paranız yoksa hiçbir şey satın alamayacağınız AVM’ler, süper marketler de yoktu. Bugünkü kadar garip değildi halimiz vesselam! Hissesi çok, izahı net, şöyle diyelim kısaca: Eskiden mahalle kültürü vardı. Herkes birbiriyle ilgilenir; bakkal, manav, kasap işletenler aileden biri sayılırdı. Bakkaldan, manavdan, kasaptan evin ihtiyaçlarını gideren beyler “Deftere yazar mısın, ay sonunda ödeyeceğim” deyip evine dönerdi. “E, ne olmuş yani? Bedava vermedi ya, yine ödeyecek aldığını” deyip geçmeyelim. Faizsiz, temiz bir şekilde, insanın borcunu eli rahatlayınca ödemesi ne güzeldir. Ötesi de var üstelik, zimem defteri diye anılan…
Hani bir deyiş vardır; “Keramet onda değil, onun hakkında düşündüklerindedir” misali. Bu minval üzere zimem defterinin ne olduğu değildir asıl mevzu. Zira sadece bir borç yani veresiye defterinden ibarettir zimem defteri. Alışveriş yapılır, deftere ismin ve karşısına borcun yazılır. Keramet bundan sonra başlar.
Ekseriyetle Ramazan ayında olmakla birlikte sair zamanlarda da zenginin biri bakkal, kasap, manav dolanır. Bu iş için ayırdığı parayla girer bu dükkanlardan birine. “Çıkar şu zimem defterini, aç rastgele bir sayfa, kaç liradır borç?” der. Öder borcu olanın borcunu. Borcu ödeyen kimdir, borcu ödenen kimdir bilinmeden çekip gider. Maksat tanınmak, bilinmek, borcunu ödediği kişiye minnet yüklemek değildir. Yapılan hayırdır, yapan bir hayırseverdir. Beklentisi kuldan değil yaratandandır. Gerçi çok söze hacet yok. Tarihimizin beyaz sayfaları bu örneklerle doludur. Ve şu hadise zikredilmeye layıktır.
“Bu hesap Ahmet Rıfkı’nın kanıyla ödenmiştir”
Çanakkale Savaşı’nın olanca şiddet ve dehşetiyle yaşandığı 1915 yılı mayıs ayıydı. İstanbul Vefa Lisesi’nde Fransızca öğretmeni olarak vazife yapan Ahmet Rıfkı Efendi, annesiyle beraber kendi halinde yaşayıp gidiyordu. Bir gün mektepten içeri girdi. İlk saat, lise birinci sınıfa dersi vardı. Koridorlardaki ağır sessizlik dikkatini çekti. Sınıfa girdiğinde talebeler kendisini adeta ölü sessizliğiyle karşılamıştı. Sınıfı selamladı. Fakat talebeler ayağa kalkmadıkları gibi cevap bile vermediler. Fena halde sarsıldı. Sebebini öğrenmek için sınıfa yöneldi: “Rica ediyorum; lütfen biriniz konuşunuz” dedi. Arka sıralarda oturan Ömer ayağa kalkıp cevap verdi: “Muallim Bey¸ mektebimizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler. Siz hala buradasınız! Biz de gitmek isteriz ama yaşımız tutmuyor!”
Muallim Rıfkı hiç düşünmediği bir sualle muhatap olmuştu. Ağzından boğuk da olsa ancak şu sözler dökülebildi: “Sevgili yavrularım, eğitim ve öğretime daha fazla muhtaç olduğunuz bu devirde sizlere milli ve medeni terbiyeyi veremiyor muyum?” Bunun üzerine ön sırada oturan Avni ayağa kalkıp hocasını can evinden vuran şöyle bir soru sordu: “Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar, söyler misiniz?” Artık Ahmet Rıfkı’nın konuşacak hali kalmamıştı, bu soru dermanını kesmişti. Kendi kendine “Gideceğim; Allah aşkına, vatan ve namus aşkına…” diyordu. Talebelerinden duyduğu sözler, içinde büyük bir coşkunluk meydana getirdi. Ahmet Rıfkı içinde kopan duygu fırtınasıyla sağanak sağanak ağlıyordu. Sonunda mektep idaresine dilekçesini verdi ve öğrencileriyle vedalaşıp okuldan ayrıldı. Evine geldi, annesine durumu anlattı; helallik dileyip elini öptü. Ardından mahallenin bakkalına, güngörmüş bir zat olan Selahattin Adil Efendi’ye uğradı. Ona şu ricada bulundu: “Selahattin Amca, düşman Çanakkale’de hançerini vatanın bağrına saplamış, ben de Allah’ın izniyle onu çıkartmaya gidiyorum. Senden isteğim, anamı erzaksız bırakma. Kısmetse dönüşte borcumu öderim. Ahmet Rıfkı annesini önce Allah’a sonra da Bakkal Selahattin Adil Efendi’ye emanet etti. Ardından Harbiye Mektebi İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgahı’na koştu. Burada aldığı kısa bir eğitimden sonra Çanakkale yollarına düştü. Düşman 19 Aralık günü, Arıburnu ve Anafartalar’ı gizlice terk etmişti. Ancak düşmanın döşediği mayınlar bir hayli zayiat verdirmişti. İşte bunlardan biri de Ahmet Rıfkı’ya isabet etmiş ve onu şehitlik mertebesine ulaştırmıştı. Muallim Ahmet Rıfkı Efendi, Sarı Bayır’da vatan borcunu ifa etmenin rahatlığıyla ebedi aleme göç etmişti. Ahmet Rıfkı’nın önce mektupları kesilmiş; sonra da şehitlik haberi gelmişti İstanbul’a. Annesi çok üzülmesine rağmen hadiseyi tevekkülle karşıladı. Aklına ihtiyaç duyduğu yiyecekleri veresiye aldığı bakkal geldi. Doğruca Selahattin Adil Efendi’ye gitti ve şöyle dedi: “Selahattin Efendi, oğlum Çanakkale’de şehit düştü. Şehitlik künyesi üzerinden çıkan eşyası ve ikramiyesi bir heyetle bu sabah bana ulaştırıldı. Yaklaşık yedi aydır senden veresiye alırız, ne kadar borçluysak verelim de oğlum borçlu yatmasın.”
Selahattin Efendi şu cevabı verdi: “Ayşe Hanım sen okuma yazma bilmezsin, okuma bilen bir yakınını getir de hesabı o çıkarsın.” Bunun üzerine Ayşe Hanım, komşusunun kızı Gülşah’ı yanına alarak tekrar dükkana gitti. Selahattin Adil Efendi, Ahmet Rıfkı bölümünü açtı ve zimem defterini Gülşah’ın önüne koydu. Kız defteri incelerken birden gözleri doldu. Defterin sayfaları üzerine kırmızı renkle yazılmış harfleri zor okudu. Nefesi adeta düğümlendi. Sonra da hıçkırıklara boğuldu. Bu duruma şehit annesi Ayşe Hanım ve dükkandaki diğer müşteriler de şaşırdılar. Gülşah onlara veresiye defterindeki kırmızı satırları gösterdi. Şöyle yazıyordu defterde: “Bu hesap Ahmet Rıfkı’nın kanıyla ödenmiştir.” O ana kadar yaşananları sessizce takip eden Bakkal Selahattin Efendi, dükkanında bulunan insanlara döndü ve gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde şu anlamlı sözleri söyledi: “Ahmet Rıfkı bu vatan uğruna canını feda etti. Buna mukabil biz birkaç parça mal vermekten çekinecek miyiz? Kat be kat helal olsun! Hiç olmazsa Allah katında bizlere şefaatçi olur!”
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Huriye Karnap - Semerkand Aile Dergisi Sayı:168 s.12