Osmanlı Hareminde Mahremiyet
Gerek bireysel gerekse toplumsal boyutta olsun İslam dininin yaşandığı her yerde mahremiyet en hassas meselelerdendir. Osmanlı Devleti’nde padişah ve ailesinin yaşadığı özel alan manasına gelen “harem” de elbette ki Batılı zihnin ürettiklerinden çok uzakta, mahremiyet hassasiyetinin gözetildiği, şeri ölçülerin yaşandığı bir mekandan ibarettir.
Sultan Orhan (1326-1360) döneminde oluşturulan harem, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) önemli bir kurum haline geldi. Aile içi fertlerden ve sarayda iş gören diğer hanımlardan (cariyeler) oluşan haremi önemli bir kurum haline getiren unsur ise hanımların en iyi şekilde yetiştirilmesi ve eğitilmesidir.
Osmanlı döneminde, hem kırsal kesimde hem de şehir içinde bulunan her evde, sahip olunan koşullar çerçevesinde mahremiyet uygulanırdı. Fakat “harem” denildiğinde ilk akla gelen mekan Topkapı Sarayı ve içinde yaşayan padişah, şehzadeler, cariyeler vs. olduğundan mahremiyetin nasıl sağlandığı daha bir önem kazanıyor.
Osmanlı’da Mekan ve Mahremiyet İlişkisi
Ayasofya ile Sarayburnu arasındaki arazide bulunan Topkapı Sarayı içerisinde, saray geleneklerine itina edildiği gibi İslam’ın gerekleri de göz ardı edilmezdi. Sarayın ve bilhassa haremin mimari yapısı bile mahremiyet şartlarına gösterilen titizliği apaçık ortaya koymaktadır. Bu bağlamda 1960’larda haremin restorasyonunda görev almış Fransız tarihçi Robert Anhegger’in eşi Mualla Anhegger şöyle diyor: “Fark ettim ki yüzyıllar boyu Avrupalıların çizdiği haremin gerçekle ilgisi yoktur. Harem padişahın dilediği kadınla beraber olması için düzenlenmiş bir kurum değil, mimarisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahın annesi ve padişahın kadınları kendi bölümlerinde, padişah ise kendi dairesinde kalır.”
Mualla Anhegger’in izlenimleri son derece mühimdir. Bu hususu sarayın ve içindeki haremin yapısını gözümüzün önüne getirecek şekilde bir nebze de olsa şöyle açıklamak mümkün: Büyük avlular ve bunların etrafına yerleştirilmiş mekanlardan oluşan Topkapı Sarayı’nın birinci avlusu halka açıktı. İkinci avlu ise elçilerin kabul edildiği, Divan-ı Hümayun toplantılarının yapıldığı yönetim alanıydı. Üçüncü ve en iç avlu ise Harem-i Hümayun’du. Erkek harem hanesinde erkek çocuklar, gençler, hadımlar, cüceler ve dilsizler; aile hareminde ise kadınlar ve çocuklar bulunurdu. Aile haremi diğer avlulardan özenle ayrılmıştı. Kalın duvarlarla çevrilen bu harem binası etrafındaki harem ağalarına ait binalarla da ulaşılması imkansız bir konumda bulunuyordu. Girişteki ilk kısım güvenlikten sorumlu kara hadım ağalara ayrılmıştı. Kadın hareminde görevli olan kara hadım ağalar, haremin güvenliğini temin ettikleri gibi dış dünya ile iç sarayın iletişimini de sağlarlardı.
Güvenlik bölümünden sonra haremin “cümle kapısı” gelir. Cümle kapısı üzerinde şu ayet-i kerime yazılıdır. “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip (izin alıp) ev sahiplerine selam vermeden girmeyin. Bu davranış sizin için daha hayırlıdır.” (Nur, 27) Demir kanatlı cümle kapısından içeri ne harem ağaları girerler, ne de bir başkasının girmesine izin verirlerdi. Zira bu kapının ardında padişahın çocuğunu doğuran kadın efendilerin, cariyelerin ve daha geri planda da valide sultanların, padişah ve şehzadelerin yaşadıkları yerler bulunur. Harem ağaları kadın efendi ve kızlarıyla konuştuklarında ya kapı aralığından veya araya perde asmak suretiyle görüşürdü. Kazara hanımların yüzünü açık görseler başlarını yere eğmek, hareme girerken “Destur!” diye bağırmak ve orada bulunan cariyeleri uyarmak mecburiyetindeydiler.
Padişah, hareme girerken içeriye haber verilir ve onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin kapıları kapatılırdı. Hasbelkader bir cariye padişahla karşılaşacak olursa, yaptığı edepsizlik sayılır ve o cariye cezalandırılırdı. Haremde yaşayanların en kalabalık kesimini oluşturan cariyelerin kullandığı kapı üzerinde ise şu dua yer alır: “Ey kapıları açan Allahım, bizlere hayırlı kapılar aç”. Padişah ailesinden olmayan kadınların, cariyelerin, ustaların, kalfaların kullandığı bu kapı, içten demir bir sürgü ile kapatılıp harem ağalarının bile giremeyeceği özel bir alan haline gelirdi. Kapıdan sonraki koridor ve yanlarında bulunan taş şekiller, kara hadım ağaların tepsi içinde saray mutfağından getirdikleri yemeklerin bırakılmalarına imkan verirdi. Koridorun karşısındaki kapı açılarak cariyeler bu tepsileri alıp yine kapıyı arkadan kapatarak yemekleri yerlerine götürürlerdi.
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Huriye Karnap - Semerkand Aile Dergisi Sayı:169 s.12