Nefsin Dürüstlük Oyunu
İçinizden gelmiyor olduğu halde dini görevleri yerine getirmek hakkında ne düşünürsünüz? Mesela, “Hoşuma gitmese de yapmam gereken neyse yapar, terk etmem gereken neyse terk ederim” diyenlerden misiniz? Yoksa, “Kalbimde başka arzular varken onları yok sayarak görevlerimi yapmak bana ikiyüzlülük gibi görünüyor” diyenlerden mi? İkinci tavır kulağa başta pek dürüst, pek samimi geliyor ancak biraz kurcalarsak tam tersi bir samimiyetsizlikten beslendiğini fark etmek mümkün. Zira Rabbimiz bize sorumluluklarımızı bildirmiş, ayrıca sorumlulukların hoşumuza gitmediği, işimize gelmediği durumlarda ne yapmamız gerektiğini de açıkça göstermiştir: “Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (Ahzab, 36)
Hal böyleyken, samimiyet testini görevleri yerine getirme zemininden önce inanç zemininde uygulamamız gerekmiyor mu? Maksadı daha iyi anlamak için sormamız gereken başka sorulardan yardım alalım: Bizim kulluktan anladığımız şey ile Rabbimizin bizden beklediği kulluk aynı şey mi? Veya bizim iman etmekten anladığımız şey ile Allah’ın iman ile kastettiği şey aynı mı? Şayet iman, kulluk gibi kavramların içini biz dolduruyorsak, neyin doğru neyin yanlış olduğuna biz karar veriyorsak, aslında kendi zihnimizde kurguladığımız bir dine inanıyor değil miyiz? İşte çoklarının samimiyet testinden kaldığı eşik burası olabilir. Burası Kur’an ve sünnetin ne söylediğinin gölgede kaldığı, “bence”lerin parladığı bir noktadır. İnanmaya tüm hücreleriyle ihtiyaç duyan ancak hakiki imanı sırtlamaya gönlü olmayanların avunduğu sahadır.
Razı Olunanlar ve Razı Olanlar
Yukarıda geçen ayet-i kerime bize ilk bakışta, müminler olarak herhangi bir konuda Allah ve Rasulü’nün hükmü dışına çıkma hakkımız olmadığını söylüyor. Bununla beraber daha ince bir bakışla yakalayacağımız çok önemli bir gerçekten de bahsediyor. Bazen müminler kendilerine bırakılsa başka şekilde davranacakları durumlarla yüzleşebilirler. Yani mümin kişinin arzuları her zaman dini hükümlerle örtüşmeyebilir. İşte böyle bir durumda müminin yapması gereken, arzusunun hilafına da olsa Allah ve Rasulü’nün verdiği hükme boyun eğip gereğini yerine getirmektir. Allah’a imanında samimi olan kişi, Allah’ın kendisinden istediğini yapmamak için bahaneler aramaz.
İdeal kulluk, müminin kalbinin Allah ve Rasulü’nün hükümlerini gönül hoşnutluğu ile benimsemesidir. Fakat bu, kişinin kelimeyi şehadet getirdiği anda elde edebileceği bir olgunluk değildir. Bu olgunluğa ancak kalbinin vesveselerine ve hoşnutsuzluğuna rağmen itaatte sabır göstererek imanındaki samimiyetini ispat edenler erişebilirler. Burada hemen şu ayet-i kerimeye kulak verelim: “... Allah onlardan hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte bu (mükafat) Rabbini sayıp O’ndan korkanlar içindir.” (Beyyine, 8)
“Rabbini sayıp O’ndan korkmak” olarak meali verilen kelime ayet-i kerimede “haşyet” olarak geçmektedir. Allah’ın kendilerinden razı olduğu, kendileri de Allah’tan razı olan kimseler bu mertebeye haşyetleri sebebiyle ulaşmışlardır.
İsfahani’ye göre haşyet; tazimle/ saygıyla karışık bir korkudur ve korkulan varlıkla ilgili bilginin/ marifetin ürünüdür. “Kulları içinde ancak alimler Allah’tan (gereğince) korkar” (Fatır, 28) ayet-i kerimesindeki korku da haşyet ile ifade edilmiştir. Allah’a karşı haşyet, mutlaka O’nun azametinin farkında olmayı gerektirir. Bu manada O’ndan korkmak başına kötü bir şey gelmesinden korkmak gibi değildir, Allah Teala’ya saygıda kusur etme korkusudur. Bir bakıma haşyet, kulun Allah Teala ile ilişkisinde kendini doğru yere konumlandırmasıdır. Bu konumlandırmayı bir örnekle açıklamak gerekirse; Allah’ın bir hükmü ile muhatap olduğunda, kulun o hüküm karşısında söz hakkı olmadığının bilincinde olmasıdır. Şu veya bu sebeple söz hakkı araması ise kendini kul olarak konumlandıramadığı anlamına gelir. İşte, kişinin imanında dürüst olmadığı buradan anlaşılır.
Nefis türlü mazeretlerle kendine yol ararken aslında eşitlenmek istediği makam çok tehlikelidir. Bir put ile şirk koşmuyorsa da heva ve hevesleriyle şirk koşmanın eşiğindedir. “Nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü?” (Furkan, 43) hitabı bu kimseler içindir. Yapamamak ile “yapmamak için kendini haklı çıkaracak sebepler aramak” birbirinden çok farklı şeylerdir. İlkinin yarası mahcup bir tövbe ile kapanabilirken, ikincisi insanı kulluk mevkiinden uzaklaştırır. Bize düşen, sorumluluklarımızdan memnun olup olmadığımıza bakmaksızın, Allah’a tazimin gereği olarak O’nun emirlerini yerine getirmeye çabalamak ve bunun için O’ndan yardım dilemektir. Eksiklerimiz içinse mazeret aramamak, kul olmaya yakışır biçimde pişman olup af dilemektir. İşte dürüstlük tam olarak budur...
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Aile Dergisi Sayı:209 s.58