Müminin Refleksi

“İnsanı nasıl tanıyabiliriz?” sorusuna binlerce cevap verilebilir. Mesela “Bir insanı, sevinç veya öfke anında, hemen o esnada gösterdiği tepki ele verir, onu enikonu tanımanın en kolay yolu budur” dense itirazımız olmaz. Öyle ya; gündelik hayatta korktuğumuz, sevindiğimiz, şaşırdığımız veya öfkelendiğimiz hallerde dilimizden dökülüveren bir kelime, bir cümle hüviyetimizi, neliğimizi, ne olduğumuzu az çok ele verir. Çünkü “Şunu dersem insanlar hakkımda ne düşünür?” kontrolünün devre dışı kaldığı bir anda kendiliğinden dökülüvermiştir kelimeler dilimizden. Testide olan şey, kırılma anında taşmıştır dışarı ve kendini açık edivermiştir.
Hüviyet, Arapça “hu” (o) zamiri ile irtibatlıdır ve malum, Allah Teala’yı “hu” zamiri ile anarız sıkça. Bu yönüyle hüviyeti, kulun Hu’dan geldiği ve tekrar O’na döneceğinin farkında olması, her ne gelirse başına hepsinin O’ndan geldiğine iman etmesi ve varlık sahasında neliğinin farkında olması şeklinde yorumlayabiliriz. Varlık dairesindeki yerinin farkında olan kulun tepkileri, üzüntüsünde veya neşesinde, öfkesinde veya yumuşaklığında bu farkındalığa uygun şekillenir. Dolayısıyla kontrol edemediğimiz anlık tepkilerimizin aslında bu bilincin bir neticesi olarak, bizden kopuk değil bilakis inanç ve hüviyetimizle irtibatlı olduğu açıktır.
Hayat yolunda kimi zaman hüviyetimizle çelişen hatalara, alışkanlıklara sahip olsak da mayamıza yerleşmiş olan o bilincin açığa çıkışını anlık tepkilerimizde ve söylemlerimizde sık sık gözlemleriz. Öyle ya, bize şah damarımızdan daha yakın olana imanımız, fark etsek de etmesek de, gaflete düşsek de günaha dalsak da her ortamda bizi ele vermekte. İyi ki de öyle. Kendimizi unuttuğumuz, kaybettiğimiz, belki kendimizden uzaklaştığımız bir anda karşımıza dikilip özümüzü göstermekte.
Doyduğumuzda “Elhamdülillah”, ayağımız takıldığında “Aman bismillah”, şaşırdığımızda “Hay Allah”, öfkelendiğimizde “Hasbünallah”, coşkuya kapıldığımızda “Allahuekber!”… Çevrenizde bu sözleri mi duyuyorsunuz veya kendinizi bu sözleri söylerken mi buluyorsunuz? Eh, tamam işte, doğru adresteyiz demek ki yahut çok uzaklaşmış sayılmayız. Biraz tefekkür, biraz gayret, biraz da himmetle yolumuzu tekrar bulabiliriz.
Tekbir Bizim Kazanılmış Zaferimizdir
Ülkemizi baştan başa derin bir hüzne boğan depremin yaraları henüz çok taze. Yakınlarını, evlerini, şehirlerini kaybedenleri teselli edecek bir söz bulamıyorum. Bu süre zarfında sosyal medyayı takip edenler bilir; enkazdan depremzede çıkarılırken arama kurtarma ekipleri ile çevrede bekleyenlerin tekbirlerine karşı gösterilen anlamsız tepkilere, haddini aşan ithamlara şahit olduk... Kimisi bu insani ve imani refleksimizi çok “dinci” buldu kimisi ise kendince depremzedenin psikolojisini öne sürerek temelsiz söylemlere başvurdu.
Oysa tekbir bizim kazanılmış zaferimizdir. Yeni doğan bebeğe ismini verirken yani kimliğini kazandırırken kulağına okuduğumuz ilk kelimelerimizdir. Bir sevinci karşılama şeklimiz, zor zamanlarımızın dayanağı, şükrümüz, inancımızdır. Bizler bu topraklarda yaşayan ve bu toprakların mayasıyla hüviyet sahibi olmuş fertler olarak sevincimizi, hüznümüzü, öfkemizi çoğu zaman tekbir getirerek ifade ederiz. Bu mayayla kavgası olanın kavgası belki de kendisiyledir ve umarız o kavgaya tutuşanlar da bir gün özüyle, toprağıyla, mayasıyla barışır.
Öte yandan depremin üzerimizdeki psikolojik tahribatı ile birçok kişi gibi ben de kendimi zaman zaman “Enkaz altında ne hissederim; ne düşünür, kendimi nasıl teskin ederim?” gibi birçok karmaşık duygu ve düşüncenin provasını yaparken buluyorum. Dünyanın perdesinin sıyrıldığı, her şeyin tüm soğukluğuyla karşımıza dikildiği, ışıkların sönüp seslerin kesildiği, sevdiklerimizden uzak düştüğümüz bir bilinmezlik, bana da çoğumuz gibi dünya ve içindekilerinin geçici olup her şeyin bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu; hakikatte ise Allah’tan başka hiçbir şey olmadığını, O’ndan gelip O’na döneceğimizi, her ne geldiyse ve gelecekse O’ndan geleceğini bir kez daha zerrelerime/mize kadar hissettirdi. Böyle bir zamanda tabii ki en çok ihtiyacım olan şey O’nun birliğini, koruyuculuğunu, sarsılmazlığını, ebediyetini ve ezeliyetini duymak ve ikrar etmek olurdu. Hüviyetini muhafaza ediyor olsun veya olmasın, benzeri duygularla birçok depremzede de enkaz altından tekbirler, dualar, ezberlerindeki ayet-i kerimeleri okur halde çıkarılmadı mı zaten?
Enkaz altında da kalsak, ölüm anı da gelip çatsa bir kurtuluş hayaline tutunuruz. İşte tam da bu sebeple kendi adıma ve belki benim gibi düşünenler adına sessizliği yırtan bir “Allahu ekber!” nidası, bir sala, bir ezan bana hayat ve umut vaadediyor. Gür bir sesle hep bir ağızdan tekrarlanan tekbirler terk edilmediğimizi, O’nun bize bu dünyada kulluk için mühlet verdiğini hatırlatmakta ve umudumuzu bir kez daha yeşertmekte…
Öyleyse Efendimizin müjdesini bir kez daha hatırlayalım: “Müminin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece müminde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 14)
Sözün özü, evet ahir zaman ümmetiyiz. İmtihanlarımız bizden önceki ümmetlere göre nispeten daha zorlu, amellerimiz zayıf, kalplerimiz acıya karşı sağırlaştı, imanımız dört bir yandan kıskaca alınmış durumda. Bununla beraber inşallah mükafatımız da bizden öncekilere nispeten çok. Amelimiz az da olsa kıymetli. Umutsuzluğa yer yok. İşte tam da böyle bir dönemde anlık tepkilerimiz, elest bezminde verdiğimiz sözü hatırlatıyor, hüviyetimize işaret ediyor. Kimilerimiz unutmakta ısrar ediyor olabilir ama bizim dilimiz ve kalbimiz hatırlamakta ısrar ediyor: “Allahuekber!”
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Aile Dergisi Sayı:212 s.18