Yokluğunda hayatın sekteye uğrayacağı, varlığında ise sıradanlaşan pek çok eşya vardır kullandığımız. Ayakkabı da öyle. İhtiyaçtan doğdu; ayağı dağda, bayırda taştan, dikenden, çamurdan koruması, soğukta sıcak tutması için. Başlangıcı çok daha eski de olsa elde edilen verilere göre ayakkabının atası M.Ö 2000 yılına tarihlenen, iki bant ile ayağın üzerine tutturulan papirüsten yapılma sandalettir. Bunun yanı sıra hayvan derilerinden, ağaç kabuklarından, keçe ve kadifeden yapılan ayakkabılar da mevcuttu. Aynı çağda yaşayan toplumlar yaşadıkları coğrafyaya, sahip oldukları kültüre yahut en çok meşgul oldukları işe göre bu sandaletlere eklemeler yaptı. Teknoloji ve ihtiyaç şekli değiştikçe sandaletin yerini takunya, mest, terlik, potin, iskarpin gibi ayakkabı çeşitleri aldı.

Anadolu’da Ayakkabının Devr-i Alemi
Başmak, çapula, çarık, çizme, çedik, pabuç, potin, galoş, mest, kundura, nalın, terlik, yemeni… Geçmişte bu ayakkabıları giymişiz. Evde giyileni dışarıda, dışarıda giyileni evde kullanmamışız. Saray başka, halk başka giymiş. Halk daha çok başmak, potin, çedik, çapula veya galoş denilen lastik ayakkabı içine giyilen mest ile gezinirken, saray ahalisi konçlu çizme, terlik, nalın ve kösele tabanlı pabuçlar giymiş.
Başmak, önceleri üstü açık bir ayakkabı türü iken sonraları ayakları örten haliyle pabuç olarak kullanılmış. Ayrıca II. Selim döneminde yayınlanan ferman ile kadınların “başmak” yerine “şirvani” denilen ayakkabıları giymesi istenmiş. Tuzla terbiye edildikten sonra gölgede kurutulan hayvan derisinden üretilen çarık ise Osmanlı döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına değin köylümüzün giydiği en yaygın ayakkabıdır. Hatta şehre işi düşen köylü, çarığının eskimesini istemediğinden şehre yakın yere kadar çıplak ayakla gelir, şehrin girişinde çarığını ayağına giyermiş. Köylülerin rağbet ettiği çarığın yerini 1950’li yıllarda yaz-kış giyilen kara lastik almış. Çapula denilen ayakkabı türü ise Doğu Karadeniz bölgesine özgü bir çarık çeşidi olarak kalmış.
Daha çok asker ve tulumbacılar tarafından kullanılan ve Yemeni Ekber adlı bir ustadan adını alan “yemeni” ise, üzeri ayak parmaklarını gösterecek şekilde açık bir erkek ayakkabısıydı. Eski Türk topluluklarında yaygın olarak kullanılan çizme 1800’lü yıllarda Avrupa modası iken, II. Mahmut kara ordusunun postal, süvarinin ise çizme giymesini ferman buyurmuş. Çizmeye benzer bir ayakkabı çeşidi olan “bot” ise, uzun ve yarım konçlu olmasıyla kadınların kullandığı kunduranın yerini aldı.

Ayakkabı Etrafında Oluşan Adetler
Çıkarılan fermanlarla giyilen ayakkabının rengi; yaş, görev ve sosyal kimliğe göre belirlenmiş. Osmanlı yeniçeri ocağında yayalar sarı çizme, bölükbaşları kırmızı çizme, küçük zabitler siyah çizme giyerdi. O dönemde, gayrimüslimler sadece siyah ve kırmızı renkte ayakkabı giyebilirdi. Anadolu geleneğine göre kadınlar bekarsa sarı, evliyse kırmızı, dulsa yeşil çarık ya da ayakkabı giyerlerdi. Çocuk pabucunun evlere nazarlık olarak asılması, evdeki misafirin çabuk gitmesi için ayakkabının içine tuz konulması, kız ya da oğlanın evden uzaklaşmaması için pabucunun evin eşiğine çivilenmesi Anadolu’nun birçok yerinde görülen adetlerdendi.
Osmanlı kadınını konu alan daha önceki yazılarda da değindiğimiz üzere “çedik pabuç” adeti ile hanımlar, misafirleri varsa, meşgul veya müsait değilse harem kapısının önüne koydukları çedik pabuçlarla kişisel alanlarını koruyabiliyorlardı. Ve bu adet, İngiliz seyyah Julia Pardeo’ya göre kadının özgürlüğü manasına geliyordu. Nişan bohçasının gelin evine bırakılmasından sonra, gelin olacak kızın pabucunun ölçüsünün alınması ise izdivaçta kesin karara varılmış olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilirdi.

Topuklu Ayakkabının İlginç Tarihi
Rönesans döneminde uzun topuk ve sivri burunlu ayakkabılar ortaya çıktı. İlginçtir, yüksek topuklu ayakkabıları önceleri erkekler giydi. Bunun nedeni de at üzerinde rahatça denge kurmaya yardımcı olmasıydı. Fransa kralı 14. Louis’nin uzun topuklu ayakkabıları boyunu birkaç cm daha uzatmak için giydiği de bilinir. Tabii bu hep böyle devam etmedi; zamanla erkek ayakkabılarının topukları küçülürken, kadın ayakkabılarının topukları uzayıp, inceldi.
16. yy’da ise Venedik’te, Osmanlı hamamlarında kadınların kullandığı nalınlardan esinlenilerek “chopine” denilen ayakkabılar kullanıldı. Hatta “chopine” öyle önem kazandı ki, genç kız çeyizlerinin vazgeçilmezi oldu. Her ne kadar dünya ayakkabı modasının merkezi İtalya olsa da, dikiş makinesinin icadı ile 1892 yılında İngiltere’de ilk ayakkabı şirketi kuruldu ve çeşit daha da arttı. Kızılderili ayakkabısı olarak bilinen “makosen” İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada yaygınlaşırken, İspanyol köylü ayakkabısı olan “espadril” de tatil yerlerinde giyilmek üzere kullanılır oldu.

19. Yüzyıldan Bugüne Spor Ayakkabısı
Teknolojiye bağlı yaşam şekli değiştikçe yeni ihtiyaçlar ortaya çıkıyor, ayakkabılar da bu ihtiyaca cevap verecek şekilde yenileniyor ve çeşitleniyordu. Bunun en güzel örneğini spor alanında görmek mümkün. Bugün kullandığımız spor ayakkabıların atası 1830 yılında İngiltere’de üretilen kauçuk tabanlı, keten yüzeyli ilk spor ayakkabısıdır. Bu ayakkabıyı önceleri tatilciler ve tenis oyuncuları giyerdi. 1895’te ilk koşu ayakkabısı üretilirken, ilk basketbol ayakkabısı ise ABD’de 1907 yılında üretildi. 1990’lardan itibaren ise spor ayakkabıları sporcuların dışında herkese hitap eder oldu.

Güzellik Uğruna Çekilen Eziyet
Çin İmparatoru Li Yu’nun eşinin küçük ayaklı olması başlarda soyluluğun ispatı kabul edilirken zamanla iffetli olmanın ve hayırlı kısmetin de sembolü olarak görüldü. Böylece minik ayaklara sahip olmak Çinli kadın ve erkeklerin temel güzellik anlayışı haline geldi. Fakat maalesef bu anlayış acıyı da beraberinde getirdi. Çünkü kızların ayakları henüz küçükken kırılıp bağlanıyor ve böylece ayağın büyümesi önleniyordu. Bu haliyle dengeli bir şekilde ayakta durmaları ve hayata karışmaları zor olduğundan, lotus yaprağı biçiminde ayakkabılar imal edilip kızlara giydirilirdi. Bu işkence dolu adetin 10. yüzyıldan 1912 yılına kadar sürdüğü biliniyor.
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Aile Dergisi Sayı:175 s.12