Vakıf Medeniyetinin Mührü Camiler
İslâm Medeniyeti her şeyden evvel bir vakıf medeniyetidir. İslâm’ın ilk döneminden beri var olup Selçuklularla kurumsallaşan vakıflar Osmanlı’da en olgun haline ulaşmıştır. Camilerden medreselere, şifahanelerden imaretlere, köprülerden suyollarına ve çeşmelere, sadaka taşlarından kuş evlerine ve daha nicelerine varıncaya kadar, pek çok eserle şehirleri insan merkezli imar eden Osmanlı tüm bu eserleri vakıflar sayesinde imar etmiştir. Elbette sadece Osmanlı’da değil tüm İslâm dünyasında vakıfların özel bir yeri vardır, ancak Osmanlı bu sistemi adeta mükemmelleştirmiş ve fethedilen topraklarda İslâmlaşmanın bir aracı olarak kullanmıştır. Ayrıca Osmanlı, vakıfları toplumsal yapının güçlenmesini sağlayan önemli bir unsur olarak da görmüştür. Esasında vakıflar “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunun hayat bulmuş halidir.
Osmanlı devlet anlayışı, son yüzyılına kadar, bildiğimiz ve anladığımız devlet anlayışından çok daha farklıydı. Bugün pek çok sivil toplum kuruluşları çalışmalarını ancak devletin katkısı ile yürütebilirken Osmanlı’da o günün sivil toplum örgütleri mesabesinde olan vakıflar, birbirinden farklı alanda yaptıkları çalışmalarla bugün devlet eliyle yapılan pek çok işi ve hizmeti üstlenen önemli birer kurumdu. Günümüzde belediyeler, valilikler, dinî ve ilmî kurumlar eliyle yapılan pek hizmet Osmanlı’da vakıflar kanalıyla yapılmaktaydı. Vakıflar, içinde hayır olan her iş için kurulmuşlardı. Devlet neredeyse sadece askerî, adlî ve idarî işlerle tüm kurumların denetimi ve toplumun asayişi gibi temel görevleri yerine getiriyordu ve bunlar dışındaki eğitim, sağlık, din hizmetleri ve bayındırlık gibi çok önemli işler ise vakıflar tarafından yapılıyordu.
Vakıflar; padişahlar ve aileleri, devlet adamları ya da varlıklı kimseler sayesinde kurulabildiği gibi gelir seviyesi düşük kimselerin de katılabileceği yapılara sahiptiler. Böylelikle toplumun her tabakasına yayılmış olarak hayır ve infak ahlakının kurumsallaşmış haliydiler, her ekonomik düzeyden insanın katıldığı organizasyonlardı vakıflar. Vakıflar Süleymaniye Camii ve Külliyesi gibi devasa olabildiği gibi soğuk su sebilleri gibi küçük çaplı yapılarda da olabilmekteydi. Elbette yapılarının büyüklüğü nispetinde akarları yani gelir kaynakları da büyük veya küçük ölçekli olmaktaydı.
Şehrin Merkezi Külliyeler
Vakıf medeniyetinin en önemli öğesi camiler ve etrafındaki kurumlarıyla beraber külliyeleridir. Külliyeleri oluşturan unsurlar başta cami olmak üzere bazen değişebilen kurumlarıyla medrese, sıbyan mektebi, imarethane (aşevi), şifahane (hastane), tabhane (fakirlerin, işsizlerin kaldığı misafirhane), muvakkithane (gözlemevi) gibi önemli kurumlardır. Osmanlı şehirlerinin en merkezinde yer alan camiler ve mahallelerin merkezi olan mescitlerin neredeyse tamamı birer vakıf eseridir. Aynı zamanda fethedilen şehirlerin İslâmlaşması vakıf eseri olan cami ve külliyeleri ile sağlanmakla idi. Yeni kurulan şehirlerde ilk yapılan eserler de önce cami ve külliyesi olmuştur, buradan cami ve külliyelerinin şehirleşmedeki önemi net bir şekilde anlaşılmaktadır. Orhan Gazi tarafından fethedilen Bursa Osmanlı’da şehirlerin İslâmlaşmasının ilk örneklerini taşımaktadır. Şehrin fethinden hemen sonra Orhan Gazi tarafından kale dışına yaptırılan Orhan Camii, bünyesinde cami, imaret, medrese, hamam ve kervansaraydan oluşan bir külliye olarak inşa edilmiştir. Bu aslında Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellemin hicretle birlikte Medine- i Münevvere’de ilk olarak yaptığı faaliyetlerin izinde bir inşa hareketidir. Aynı şekilde, Irak fethedilince Kufe şehri için belirlenen yerde, komutan Sa’d ibn Ebî Vakkas radıyallahu anhu, bir okçuya dört tarafa ok atmasını ve okların menzili içinde kalan yere Kufe mescidinin inşa edilmesini emretmiştir. Şehri de belli bir sistem ile caminin çevresine kurmuşlardır. Doğu’da ve Batı’da ilk asırdan itibaren fethedilen her beldede bu şuurla hareket edilmiştir.
Edirne’nin fethinden hemen sonra Murat Hüdavendigar tarafından Edirne’nin eski yerleşim yeri sur içi denen bölgenin dışına yaptırdığı her biri bir vakıf eseri olan cami ve külliyelerle şehir sur dışına da taşarken aynı zamanda Edirne bir İslâm şehri vasfı kazanmıştır. Bosna’nın fethinden sonra Saraybosna, bölgenin ilk sancak beyi olan İsa Bey tarafından kurulurken önce uygun bir yer tespit edilip ilk iş olarak bir cami ve külliyesi ile bir zaviye, bir de köprü yaptırılmıştır. İsa Bey, bu yapılara gelir getirecek pek çok gayrimenkulü vakfetmiştir. Zamanla bu külliyenin etrafına yerleşim sağlanmış ve Saraybosna şehri oluşmuştur. Yine aynı şekilde Damat İbrahim Paşa, doğduğu köy olan Muşkara’ya iki cami, medrese, imaret, mektep, han, çeşme ve dükkânlar yaptırmış bu vakıf eserleri etrafında oluşan şehre Nevşehir ismini vermiştir. Bu verdiğimiz bilgiler bu uygulamanın küçük bir örneğini teşkil etmektedir.
Osmanlı’da cami ve mescitlerin Tanzimat Dönemi’ne kadar sadece ibadet için yapılmış mekânlar olmadığını biliyoruz. Söz konusu döneme kadar cami ve mescitler ibadet mekânları olmakla beraber aynı zamanda hem cami içinde yapılan vaaz ve sohbetlerle hem de bünyesindeki sıbyan mektepleri ve medreselerle birer eğitim kurumu idiler. Hatta camiler, ilk asırlarda devlet işlerinin yürütüldüğü, davaların görüldüğü mekandır. Ayrıca yine bünyesindeki imarethane ve tabhaneleri ile sosyal yardımlaşma işlevi görüyorlardı; hatta hem cami hem mescitler halkın bazı önemli haberleri öğrendikleri merkez olma özelliği taşıyordu. Kısacası cami ve mescitler bir şehrin ya da mahallenin en önemli mekânlarıydılar. Haliyle bu kadar önemli olan camiler de idameleri için kurulan vakıflar ile ayaktaydılar. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Osmanlı’da bu önemli yapıların hemen hemen tamamı; devlet bütçesinden değil başta padişahlar ve aileleri olmak üzere önemli devlet adamlarının, varlıklı kimselerin ve bazen halktan normal gelir düzeyli kimselerin kendi bütçeleri ile yapılmışlardır. Büyük çoğunluğu da imar, bakım ve ikameleri için vakfedilmiş akarları ile devasa organizasyonlara sahiptirler. Sultan Abdülmecid tarafından kurulan vakıfların akarlarının Selanik, Midilli, Çatalca gibi farklı bölgelerde bulunduğu vakfiyesinde mevcuttur. Yine aynı şekilde Edirne’de II. Bayezid tarafından yaptırılan külliyenin akarı olarak Balkanlarda bulunan uzak yakın bazı kaza ve köylerin gelirleri ile İstanbul’daki önemli sayıda dükkân geliri vakfedilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra şehrin yedi tepesinden birine kendi adını taşıyan Fatih Camii ve Külliyesi’ni yaptırmıştır. Fatih Camii ve Külliyesi Osmanlı döneminde yapılmış en geniş alanlı külliyedir. Külliyenin idamesi için vakfiyesinde belirtildiği üzere, Silivri, Tekirdağ, Çorlu, Kırklareli, Hayrabolu, Vize, Pınarhisar, Lüleburgaz ve bunlara bağlı pek çok köyün tarım alanları ile 14 hamam ve birkaç dükkân vakfedilmiştir. Ayrıca devlet vergilerinden bir kısmı külliyenin tasarrufuna bırakılmıştır. Fatih Camiinin kuruluş vakfiyesinde belirtilen bu akarlar ciddi bir meblağın külliyenin vakfında toplanmasını sağlamıştır. Bu akarlardan gelen gelirler ile cami ve külliyenin bakım, onarım, temizlik giderleri ile görevlerin maaşları karşılanmıştır. Sadece cami kısımlarında olmak üzere, Fatih Camii ve Külliyesi’nin vakfiyesinde 97 kişilik kadro oluşturulması istenmektedir, Kanuni Sultan Süleyman’ın vakıf eseri olan Süleymaniye Camii’nin vakfiyesinde ise 277 kişilik kadro tahsis edildiği yazmaktadır. Bu yüksek rakamlar vakıfların ciddi bir istihdam alanı olduğu gerçeğine de işaret etmektedir. Bu kadroların önemli bir kısmı dini hizmetlerde görevlendirileceklere tahsis edilmiştir. Bu kadrolara atanacaklarda genel olarak âbid ve salih olmaları, halk tarafından sevilmeleri şartı aranmakla birlikte esas olarak yaptıkları göreve göre alanlarında kendini yetiştirmiş olmaları istenmektedir. İhtisas gerektirmeyen temizlik hizmetlerinde görevli yardımcı personellerin fakirlerden seçilmesinin vakfiyelerde özellikle belirtildiği görülmektedir. Ayrıca bazı dini hizmetlerde de medresedeki talebeler görevlendirilmiştir. Böylelikle külliyelerde talebe ve fakirlere alanlarına göre iş imkânı sunulmuş bir nevi sosyal destek sağlanmıştır.
Sadece selatin ya da mazbut vakıf ismi verilen sultan ve ailelerinin kurduğu vakıflar değil, Osmanlı topraklarının tamamında hemen hemen her cami ve mescit küçük veya büyük akarlara sahip vakıflar eliyle idame ediliyordu. Bugün pek çok kayıtta çoğu mahalle mescitlerinin bile vakıfları olduğundan bahsedilmektedir. Ayrıca vakıflar sayesinde cami, mescit ve medrese başta olmak üzere toplum hayatında önemli yeri olan diğer kurumların her ihtiyacı olduğunda yardım istemelerinin önüne geçiliyordu. Bu vakıflarda çalışıp geçimini sağlayan pek çok insanın varlığı da vakıfların sosyal ve ekonomik hayatın önemli bir parçası olduğunu göstermektedir. Bugün de geçmişte olduğu gibi cami ve mescitler ancak hayır ehli insanlar tarafından yapılmaktaysa da idamesi için onları destekleyecek vakıflardan mahrum olunduğundan adeta el açarak yardım toplamak zorunda bırakılmakta bu da cami ve benzeri kurumların halk nezdindeki kıymetine halel getirebilmekte veya eleştiri oklarının hedefi yapabilmektedir. Oysa gerçek hayır toplumunda el açarak dilenmek yoktur onun yerine toplumun ruhuna işlemiş hayır yapma sevgisi ve şuuru vardır. Bu sevgi ve şuur, padişahından hamalına kadar her kesimden insanı kendi gücü nispetinde hayır yarışında olmasını sağlamıştır. İşte, Osmanlı vakıfları bu sevgi ve şuurun kurumsallaşmış halleridir
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
H.Hilmi Arslan - Mostar Dergisi Sayı:182 s.19