Görüş Bildir

Şefkat Medeniyetinin Şahikaları: Şifahaneler

Osmanlıda şifahaneler. Şifahane nedir. Osmanlıda şifahane.

“Sevgili ağabeyim, takdire tedbir çare değildir. Yaratan bize nasıl bir kader tayin etmişse, o tecelli edecektir. Bunu kabullenmemek O’nun iradesine isyan olur. Biz doğduğumuz andan itibaren beraberimizde taşıdığımız ölüm cevherini kendimize ziynet sayarız. Yine de ahirette benim ruhumun rahat etmesini istersen bir şifahane yaptır. Öyle bir şifahane olsun ki, burada hem gönül hem de beden acıları dindirilsin, her ikisinin de tedavisi yapılsın.”

Bu sözler, çare bulunamayan bir hastalıkla son günlerini yaşamakta olan Gevher Nesibe Hatun’un, ağabeyi Selçuklu Sultanı Gıyâseddin Keyhusrev’e vasiyetidir. Bu vasiyetin ardından Gevher Nesibe Hatun vefat eder. Ağabeyi Gıyâseddin Keyhüsrev vasiyete uyarak, Gevher Nesibe Dârüşşifası ve Tıp Medresesi’ni yaptırır.

1205 yılında tamamlanan medrese iki bölümden oluşur. Birinci bölüm okuldur. Burada tıp tahsili yapılır. İkinci bölüm ise şifahanedir. Hastalar burada kabul edilir. Bu bölümde ayrıca ruh hastaları için yapılmış on sekiz oda vardır ve akıl hastalarının müzik, su sesi ve güzel koku ile tedavilerine çalışılır.

20. yüzyılın başlarına kadar 700 yıl hizmet veren bu medrese, ırk-din ayrımı gözetmeksizin hiçbir hastayı kapısından çevirmemiş, şifa arayan herkese yardım etmiş, tıp ilminin gelişmesine büyük katkıları olmuş bir şifahane, bugünkü anlayışa göre bir üniversite hastahanesidir.

Gevher Nesibe Dârüşşifası ve Tıp Medresesi ilk ve tek hastahanemiz değildir. Fakat Gevher Nesibe Hatun’un sözleri müslüman toplumların ruh asilliğini yansıtması açısından iyi bir örnektir. İnsanların İslâm ile müşerref oldukları her yerde, bu ruh haliyle, hiçbir hastalık ve hastanın hor görülmeyip Allah rızası için hizmet verildiği sayısız şifahaneler, bîmaristanlar, müsteşfalar inşa edilmiştir.
 

İlk Hastahanelerimiz


İlk İslâm hastahanesinin Resûlullah Efendimiz (s.a.v) tarafından, Hendek Gazvesi sırasında kurulduğu rivayet edilir. Bu, bir çadırdan oluşan seyyar bir hastahanedir. Sad b. Muâz (r.a) ve diğer yaralı sahabiler bu çadıra getirilmiş ve Eslem kabilesinden Rufeyde el-Ensariyye (r.a) adlı bir sahabi hanımın tedavisine bırakılmışlardır. Hz. Rufeyde (r.a), kendisini yaralı ve hasta müslümanların hizmetine adamıştır.

Sonraki yıllarda hastahane yapımı Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanına rastlar. Halife bir hastahane yaptırır ve hekimler atayarak maaşa bağlar.

Hastahanelerin tam bir kurum kimliği edinmesi ise Abbâsîler dönemine rastlar. Bu dönemde Sâsânîler’in tıp bilgisinden faydalanılır. Cündişâpûr Tıp Okulu’ndan getirilen hekimlere Bağdat’ta bir hastahane kurdurulur. Bu hastahane diğer şehirler için örnek teşkil etmiş, seyyar ve sabit hastahane yapımı bütün İslâm dünyasında yaygınlaşmıştır.

Bu hastahanelerin yanı sıra, sadece akıl hastalarıyla ilgilenilen tekke niteliğindeki hastahaneler de yapılmıştır. 9. yüzyılın ortalarında Bağdat ile Vâsıt arasındaki Deyrihizkıl’da Halife Mütevekkil tarafından kurulmuş olan hastahane, belgelenmiş en eski akıl hastahanesidir.

Akıl hastaları, diğer hastahanelerde de tedavi edilmeye çalışılmıştır. Bunlardan biri Türk asıllı Ahmed b. Tolun’un 270 (872) yılında Mısır’da kurmuş olduğu hastahanedir. Yüzyıllar öncesinden bugünkü modern hastahaneleri aratmayan bu hastahanede, hastaların özel giysileri olur, ilaç ve yemekleri önlerine getirilirdi.
 

Selçuklu- Osmanlı Devri Hastahaneleri


Selçuklular’ın hâkim olduğu dönemde sağlık hizmetlerinde büyük ilerleme sağlanmıştır. Bu yalnızca tıp ve hastahanecilik alanında olmamış, her alana yayılmıştır. Bu gelişme, İslâm dünyasıyla birlikte Avrupa tıbbını, bilimini de etkilemiştir. Esasen bugün Batı medeniyetinin sahip olduğu gelişmeye Selçuklu ve diğer İslâm toplumlarının yapmış oldukları çalışmalar örnek olmuştur.

İlk Selçuklu hastahanesi, Alparslan’ın veziri Nizâmülmülk tarafından Nîşâbur’da kurulmuştur. Ardından Bağdat’ta, Şiraz’da, Harran’da, Mardin’de ve daha birçok yerde, kimilerinin yapılarının bugüne kadar kaldığı, tıp ve diğer alanlarda eğitimin yapıldığı medreseler, hastahaneler yapılmıştır.

Haçlı seferlerinin yaşandığı günlere denk gelen Selçuklu döneminde, İslâm toplumları büyük bir uygarlık inşa etmişler, dört bir yanda okul, cami, kervansaray, yollar, köprüler, hastahaneler yapmışlardır.

Selçuklu devri hastaneciliği, Atabeg Nureddin’in Şam ve Nusaybin, onun ardından Selahaddin- i Eyyûbî’nin Kahire ve İskenderiye’de yaptırdığı hastahanelerle çok ileri düzeye çıkmıştır. Bu büyük hastahanelerin başına geçirilen kimseler hastaları idare eder, eczaneyi emrinde tutar, her hastanın reçetesine göre ilaçları dağıtırdı. Hastalar yataklarında yatar, hastabakıcılar sabah akşam hastaların durumunu sorar, kendilerine tayin edilen ilaç ve yemekleri dağıtırlardı. Doktorlar sabahları erkenden hastaları ziyaret eder, kendilerine lazım olan ilaç ve yemeklerini yazarlardı.

Atabeg Nureddin, her yana cami, medrese, hastahane, zaviye ve kervansarayların inşası ve bakımı için çok para tahsis ediyordu. Hastahaneler yanında kurduğu yetim mektepleri, âcizler yurdu, dervişlere zaviyeler, devamlı tahsisatla zenginleşen kütüphaneler hayranlık vericiydi. Selahaddin- i Eyyûbî de uzak diyarlardan gelen talebelere medreselerde vakıflar ve onların hastalarına bakan hekimler tayin etmiş, hastahanelere gelmek istemeyen hastaları bulmak ve tedavi tmek için de memurlar tayin etmişti.

Memlük Sultanı Kalavun’un 1284’te inşa ettirdiği Büyük Bîmaristan’da da tabiiyatçı, gözcü, cerrah, kırıkçı doktorlar, dört köşkte her hastalığa mahsus ayrı odalarda yatan erkek kadın hastaları, yaralıları, sakatları tedavi ediyorlardı. Kadın ve erkek hastabakıcılar hastalara hizmet ediyor, temizlik yapıyor, elbiselerini yıkıyor, hamamlarını hazırlıyorlardı. Her hastanın yatağı, çarşafları, havluları tam idi. Hastahanede aşhane, meşrubat , ilaç ve macunlar için ayrı odalar ve ilaç yapan eczane bulunuyordu. Tabipler reisinin talebelere ders verdiği bir salon vardı. Bunların hepsinin maaşları ve tahsisatı vakıflardan temin ediliyordu.

Osmanlı Devleti’nde de, ilk kuruluş yıllarından itibaren sosyal yardım ve hizmet çalışmalarına devam edilmiştir. İslâmiyet’in yoksul, kimsesiz, hasta kişilere yönelik emri, Osmanlı Devleti’nin de sosyal güvenlik alanına çok önem vermesine sebep olmuştur. Vakıflar tarafından yönetilen muhtaç ve düşkünler için açılan imarethaneler, hastalar için tesis edilen şifahaneler, vakfiyelerinde öngörülen gelir kaynaklarını kullanarak, devlet bütçesinden herhangi bir katkı almaksızın uzun yıllar önemli hizmet sunmuşlardır.

Osmanlı hastahaneciliğinin en belirgin özelliği ise, hastahanelerin cami, medrese, imaret, kervansaray, hamam, çarşı ve benzerlerinden oluşan külliyelerin bir parçası olarak planlanmalarıdır. Bu külliyeler insanların hem sağlık, hem sosyal ihtiyaçlarını karşılayan merkezler olmuşlardır.
 

Bir Zamanlar Avrupa’da Hastalar


Aynı dönemlerde Avrupa’da ise hastahane ve hastaların durumu içler acısıydı. Bu konuda gözlemlerini anlatan Batılı cerrah Tenon, 1788’de Paris’te Hotel- Dieu Hastahanesi’nde incelemede bulunmuş ve gözlemlerini kaleme almıştır. İslâm ve Avrupa toplumlarının anlayış farklarını sergileyecek bu notlarda şöyle denilmektedir:

“Bölümlerden birinde 2627 hasta bulunuyor; ateşli hastalar, lohusalar, çiçek hastaları hep bir arada yatıyorlardı. 1,10 m. genişliğindeki yataklara, aslında iki kişilik olmakla beraber, üçü baş, üçü ayak tarafına olmak üzere altı kişi yatırılıyor, hastaların ayakları, diğerlerinin omuzlarına ya da yüzlerine değiyordu. Hisselerine ancak 35 cm.lik bir yer düşen hastalar uyku uyuyamıyorlar. Oturaklardaki pislikler her gün aynı salondaki büyük kaplara boşaltılıyor; hem bu yüzden, hem de pisliklerin yer yer döşemeye dökülmesiyle koğuşun havası çok bozuk oluyordu.

Elbise dolaplarında uyuzların, çiçekli hastaların giysileri bir arada bulunuyor, temizlerin arasına bitliler de karışıyordu. Taburcu edilen hasta, çiçek ve uyuz mikropları bulaşmış, bitlenmiş elbiselerini giyiyordu. Ölenlerin giysileri de bu dolaplarda saklanıyordu. Bu giysiler daha sonra satılıp memlekete hastalık yayıyorlardı.

İdrarlarını tutamayan hastaların altındaki saman dolu şilteler sabahları dörtte açılıyor, döşemeye seriliyor. Öteki yataklardaki saman şilteler de aynı saaatte boşaltılıyordu. Pislenmiş samanlar hemen orada yakılacağı yerde el arabalarıyla Saint Louis Hastahanesi’ne taşınıyordu. Duvarlar ve döşeme, saman şiltelerinden sızan, oturaklar boşaltılırken dökülen pisliklerle kirleniyordu.

Bu hastahanenin Saint Jerome koğuşunda, o zaman için Avrupa’nın en büyük ameliyathanesi olan bu koğuşta, bitişik kadavra salonu dolayısı ile hava leş gibi kokuyor, içeriye güneş girmiyordu. Aletler, ameliyat edilecek hastanın yanında hazırlanıyor, hasta başka hastaların yanında ameliyat ediliyordu.

Bu hastahanede ölenler enfeksiyon yüzünden ölüyorlardı. Hasta lohusalar , hasta olmayanlarla birlikte üçü dördü bir yatakta yatıyorlar, içlerinde uyuz olanları da bulunuyordu.”

Avrupa’daki bu duruma karşılık bizden bir örnekte ise Evliya Çelebi, Fâtih Hastahanesi için şunları söylüyor:

“Hastahane yetmiş oda, seksen kubbelidir. 200 kişi hizmet eder. Hekimbaşısı bilginlerdendir. Ayaküstü tedavi edilenler de, yatırılarak tedavi edilenler de vardır. İlaçlar bedavadır. Yatanlara çok iyi bakarlar. Zira Allah rızası ve padişahın ruh-ı selâmeti içindir. Vâkıfı olan Hz. Fâtih böyle şart koşmuştur. Hastalara sarılmalı diba kumaş ve ipekten gecelikler giydirilir. İki defa nefis yemek çıkar.

Vakıfları o kadar zengindir ki, hastalara en iyi av kuşlarının etleri yedirilir. Üç bölüktür. Bir bölükte erkekler, diğerinde kadınlar, üçüncüsünde gayri müslimler tedavi edilir. Divanelere musiki iyi geldiği için hastahanenin çalıcı ve okuyucu musiki heyeti vardır.”

Bu alıntılarda açıkça görülen farklara ek olarak hastahanelerimizi Avrupa’dakilerden ayıran bir mühim özellik de, bu hastahanelerinin dinî müesseseler olmamalarıdır. Her ırk ve dinden hasta tedavi için başvurabilmektedir. Avrupa’dakilerin ise hepsi dinîdir ve çoğunda aynı mezhepten olmayanların bile tedavisi mümkün değildir.

Ayrıca Avrupa hastahanelerinde çoğu zaman hekim bile olmamıştır. İlk hekim Strasbourg Hastahanesi’ne 1500 yılında tayin edilmiştir. Leipzig’de ilk hastahane doktoru 1517’de, Paris’te 1536’da görülür. Avrupa hastahanelerinin tıp okulları da yoktur. Tıp okullarının olduğu yerde ise uygulama hastahaneleri bulunmaz.

Çok çarpıcı bir örnek de 13. yüzyıl başlarında Papa III. Honorius’un tavrıdır. Hekimliği hor gördüğü için, rahip sınıfının doktorluk yapmasını yasaklamıştır. Saray da aynı tavrı sergiler. Bavyera’da 1912 yılına kadar alaydan yetişme itfaiye subayları bile saraya girebilirken, askerî doktorlar, hatta rütbece bir tümen komutanı mevkiinde olan sıhhiye reisi bile bu imtiyazdan mahrum kalmıştır.
 

Akıl Hastaları Yakılıyordu


Akıl hastaları 19. yüzyıla kadar Avrupa’da “şeytanla iş birliği yapan lânetli mahluk ” muamelesi görür, önce içlerindeki şeytanı çıkarmak için işkence edilir, bu sonuç vermezse diri diri yakılırlardı.

Avrupa ancak 19. yüzyıl başlarında akıl hastalığının bir hastalık olduğunu anlamaya başlamış ve hastaları tedavi etmek için Doğu tıbbını öğrenmiştir.

Bizde ise akıl hastaları meczup kabul edilirdi. Yani Allah’ın cezbesine kapılmış insanlardı. Onları musiki, güzel koku ve manzarayla tedavi ederlerdi. Hekim Şuûrî, Mir’ât-ı Emzice (mizaçların, karakterlerin aynası) adlı eserinde, bu tip hastaların musiki ile tedavisini tavsiye etmektedir. Hastalığın çeşidine göre Türk musikisinde makamların kullanılmasını istemektedir.

Osmanlı’da yüzyıllarca uygulanan bu metot ancak 1956’da Birleşik Amerika’da uygulanmaya başlamıştır.
 

Bugünkü Durum


Bugüne gelindiğinde ise aksi bir durum görüyoruz. Tıp alanında ilerleme Batı dünyasının eline geçmiş durumda ve en modern hastahaneleri de onlar yapıyorlar. Kurdukları sağlık sistemi, vatandaşlarının kendilerini güvende hissetmelerini sağlıyor.

Türkiye’de ve diğer İslâm ülkerinde de tıp eğitimi devam ediyor. Hastahaneler de mevcut. Fakat modern hastahane ve hekim sayısı yetersiz. En acısı ise hastalara insan muamelesi yaptıran anlayışta uğradığımız zafiyet. Parası olanların tedavi edildiği, parasızların ise yetersiz şartlarda şifa aradığı günler yaşıyoruz.

Halbuki kapısında beklediğimiz Batı medeniyeti, hastalarını yakmaktan, işkence etmekten, pis ortamlarda üst üste yatırmaktan daha yeni vazgeçmiştir. Garip bir tecelli! Acaba ne oldu da Allah rızası için kula hizmet ederken, hastayı para ve yasal korkular sebebiyle insan yerine koyan zihniyete gıpta eder olduk?

Bu sorunun cevabına kafa yormak, emin olun, zihnimizi meşgul eden binlerce konunun toplamından daha önemli.


Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Tarih Aynasında Osmanlı - Eşik Yayınları



nizami hayat logo