Cepte Taşınan Kaşıklar Sofrada Yerini Aldı
Paleolitik denilen Eski Taş Çağı’nda bugünkü şekliyle olmasa bile kaşık bilinir ve kullanılırdı. Ateşin bilinir olması yemek alışkanlıklarını etkileyince, kaşıklar pişmiş topraktan üretilmeye başladı. Mesela Burdur ilimizin Hacılar Höyüğü’nde bulunan ve M.Ö. 6000 diye tarihlenen pişmiş topraktan yapılmış spatulalar, kaşığın ilk örnekleri olarak kabul edilmektedir.

İlk kaşık örneklerinin formu yuvarlaktı; ağız kısmından sap kısmına doğru incelen incir şeklindeydi. Ortaçağa kadar bu formda gelen kaşık Uygur tıp kitaplarında “Aşnu üç kaşuk içzün; törtünçkün az eki kaşuk içzün” (Önce üç kaşık içsin; dördüncü gün de daha az iki kaşık içsin) tabiriyle ilaç ölçeği olarak karşımıza çıkmaktadır. Kırgız Türklerinde ise kaşık, bir küçüklük ölçüsü idi. Bu sebeple, “Gökte kaşık kadar (kaşıktay) bile bulut yok” derlerdi.
Kaşık, masa üzerinde yeme alışkanlığı ve düzeni başlayıncaya değin insanoğlunun üzerinde taşıdığı bir gereçti. Türkler, göçlerde ve seferlerde yanlarında kısa saplı kaşıklar taşırlardı. Osmanlı askeri teşkilatı içinde yer alan Yeniçeriler ise börklerine pirinçten bir kaşık koyar ve birbirlerine “kaşık yoldaşı” diye hitap ederlerdi. Avrupa’da 1560’lı yıllara kadar herkes masaya kendi kaşığıyla gelirdi. Zira kaşıklar cepte taşınır, yemek esnasında çıkarılıp kullanılırdı. 1700’lerden sonra sofra düzeni diye bir adet çıkınca kaşıklar da sofrada daimi yerini almaya başladı.

Anadolu coğrafyasında ise 19. yüzyıla doğru Avrupa mutfağı ile etkileşim başlayınca sofra kültürü değişmeye başladı. Şair Leyla Saz Hanım, saray haremini anlattığı eserinde, kurulan bir sofrayı şöyle anlatır: “Katlanmış tülbent kumaştan peçetelerle bunların üzerine konmuş iki kaşık, oturulacak yerleri belirlerdi. Bu kaşıklardan, mercandan yapılmış sapları taşlarla süslü, kaşık kısımlarıysa sedef ya da fildişinden olanı çorba ya da pilav kaşığı; değerli hayvan kabuklarından yapılmış olup sapı yine fildişi ya da sedeften olanıysa komposto kaşığıdır.”

Tasavvuf erbabı ise sofra üzerinde bile olsa kaşığa manevi bir bakışla yaklaşmayı uygun bulmuş. Bektaşiler sofradaki kaşıkların iç taraflarının yukarıya doğru bakmasını “Kaşık duada” şeklinde yorumlarken, Mevleviler kendilerine has adetleri gereği kaşıkları kalp yönüne ters ve kapalı olarak yerleştirdiğinden bir derviş misali “Kaşık niyazda” demişlerdir.

Çal Kaşığı Pilave
Küçük bir keser ve törpü yardımıyla biçimlendirilen kaşıklar, Selçuklu döneminden itibaren bir kaşıkçı esnafının oluşmasına zemin hazırladı. Osmanlı’da da devam eden kaşık yapımı başta İstanbul olmak üzere Konya, Çorum, Tokat, Kastamonu, Trabzon gibi şehirlerde yaygınlık kazanmış, geçim unsuru olmuştur. Kaşıkların sap kısımlarına mercan, gümüş, sedef gibi çeşitli malzemelerle süslemeler yapılır, bazen değerli taşlar konduğu da olurdu. Bazı yörelerde kaşıkların üzerine yazılar yazılır, hat işlemeleri yapılırdı. Nitekim Türk kaşıkçılık sanatı ürünleri ilk kez 1900’de Paris’te açılan uluslararası bir sergide Konyalı Hatip Ruşen Efendi tarafından sergilenmiş ve gümüş madalya almıştır. Ülkemizde Topkapı Sarayı Müzesi’nde ve Etnografya Müzesi’nde çeşitli yörelerde yapılmış kaşık örnekleri sergilenirken, dünyanın en büyük kaşık koleksiyonu 5400 adet ile ABD, New Jersey’de Lambert Castle Kaşık Müzesi’nde bulunmaktadır.

Bu müzelerde sergilenen kaşıkların elbette hepsi yemekte kullanılan kaşıklar değildir. Bir kısmı özellikle tahta kaşıklar üzerine işlenen resim, bezeme ve yazılan yazılarla süs kaşığı niteliği taşır. Bunun en güzel örneği bir Konya kaşığında “Lafı lafa etme ilave, al kaşığı çal pilave” yazısı ile dikkat çekmektedir. Evvelden, kaşık saplarında yazılı olan anlamlı sözleri, manileri, önemli tarihi gelişmeleri içeren kaşıklar birer hatıra olarak saklanırdı. Anadolu’daki bu geleneğin benzerlerini 1800’lü yıllarda Avrupa’da ve Amerika’da da görmek mümkündü. Gümüş gibi değerli metallerden üretilen bu kaşıkların kimisi bir olayın anısına kimisi bir kişinin ya da kentin adına tasarlanırdı.

Kaşık Oyunu ve Bazı Adetler
Yeme aracı, süs eşyası yahut hatıra olarak insanoğlunun kullanımına giren kaşık, aynı zamanda “Kısmetinde ne varsa kaşığında o çıkar”, “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” , “Kaşık atmak”, “Kaşık sallamak” gibi atasözlerimiz ve deyimlerimizle de günlük dilimizde yerini bulurken pek çok yöremizde oynanan Kaşık Oyunu’nda ritim aracı olarak kullanılmaktadır.

Daha çok “Kaşuk” ismiyle Anadolu lehçesine yerleşen kaşığa has adetlerimiz de doğmuştur ve kimisi hala güncelliğini korumaktadır. Mesela, çay bardağının üstüne ağzı aşağıya gelecek şekilde yatay olarak konulan çay kaşığı, o kimsenin artık çay istemediğinin işareti olarak kabul edilmektedir. Bir delikanlı, yemekte pilavın ortasına kaşığı dikerse yahut bir genç kız, sofraya fazla bir kaşık ilave ederse evlenmek istediğini ifade edermiş. Bazı köy düğünlerinde yemek yendikten sonra kaşıkların kırılarak düğün evinin bahçesine atılması da adettendir.
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Aile Dergisi Sayı:172 s.12