İki Yüzlü Batı'nın İki Yüzlü Medyası
“Medya, çevreyi değiştirerek, üzerimizde eşsiz bir algı kapasitesi gücü bırakır. Herhangi bir duyunun uzantısı düşünce ve davranış şeklimizi, bir başka deyişle dünyayı algılama şeklimizi değiştirir…”
20. yüzyılın en büyük medya teorisyeni olarak bilinen Marshall Mcluhan medyanın insan ve toplum üzerindeki etkilerini böyle ifade ederek, hali pür melalimizin gerekçesinin büyük oranda medya olduğunun altını çizmişti.
Demokratik rejimlerde üç bağımsız güçten bahsedilir: Halk tarafından seçilen ve kanunları belirleyen Yasama organı; kanunların belirlenen çerçevede uygulanmasını sağlayacak Yürütme organı; bir de uygulama ve pratiklerin kanunlara uygunluğunu denetleyecek, dahası onlara aykırı iş ve işlemler yapıldığında hesap soracak Yargı organı. İçerisinde bulunduğumuz çağda medya ve iletişim araçları öyle bir hal aldı ki, artık ona “dördüncü güç” deniliyor. Hatta sosyal medyanın kendisinden “kurtulmanın” neredeyse imkânsız hale geldiği günümüzde ülkeleri ve daha genel anlamda dünyayı medyanın idare ettiğini söyleyebiliriz. Bu da ayrı bir bahis konusu olarak kayda geçmiş olsun.
Hayata bakışımız, politik görüşlerimiz, topluma, aileye, hatta dine karşı tutumumuz medya ve iletişim araçları eliyle şekillendiriliyor. Zamanın ruhu denilen kavramın içi, televizyon, gazete, radyo, kitaplar ve -şimdilerde- sosyal medyadan pompalanan mesajlarla dolduruluyor. Ne sunulursa ona inanıyor, onu doğru kabul ediyor ve değer yargılarımızı o çerçevede inşa ediyoruz maalesef. Ülkemizde son dönemde yapılan sosyal deneyler ve sokak röportajları, medyanın yönlendirmesiyle oluşan sosyal ve siyasal angajmanların ne boyutta olduğunu gözler önüne seriyor. Herhangi bir siyasi hareketi, ideolojiyi, inancı veya sosyolojik/dinî grubu sorgusuz sualsiz yerin dibine sokuyor yahut göklere çıkarıyoruz. Kitle iletişim araçları zihnimizi öylesine kuşattı ki doğru ile yanlışı, eksik ile tamı, gerçek ile yalanı ayırt edemez hale geldik. Hiç şüphe yok ki söz konusu durum sadece Türkiye değil, üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere üzerinde “medeniyet ışığı”nın parladığı her yer için geçerli.
Dayatılan İmaj Gerçeğe Ne Kadar Uyuyor?
Afrika’nın en yoksul ve güvenlik probleminin hat safhada olduğu devletlerinden Orta Afrika Cumhuriyeti’ne gitmek üzere Kenya’nın başkenti Nairobi’den uçağa binmiştik. Ülkenin en prestijli gazetelerinden birini elime alıp okumaya başladım. İngiliz bir doktorla röportaj yapılmıştı. “İnsan beyninin sağlığının bozulmaması için haftada kaç saat çalışmak gerekir?” sorusunu; “Haftada toplam 24 saatlik bir çalışma idealdir. Bunun ötesine geçerseniz hem vücut sağlığınızı hem de psikolojinizi bozarsınız!” şeklinde cevaplıyor, pazar günlerini saymazsak Kenyalılara günlük ortalama 4 saatten fazla çalışmamalarını salık veriyordu! Zira, Afrikalılar ne kadar çalışırsa, “sömürge imparatorlukları”nın boyunduruğundan o ölçüde kurtulmuş olacaklardı!
Türkiye için de 1960’lardan sonra, 1990’larda iyiden iyiye yoğunlaşmak üzere benzeri bir furyadan bahsedebiliriz. Avrupa menşeli eşyaların, tüketim malzemelerinin reklamları o kadar pervasızca yapılıyordu ki, gazete köşelerinden ya da televizyon ekranlarından bunlara maruz kalan bazı insanlar, mesela susuzluğunu dindirmek için kolanın suya daha iyi bir alternatif olabileceğini düşünmeye başlamıştı! Sadece kapitalist sisteme kusursuz hizmet etmesi için de kullanılmadı medya. Hatırlayın; tüm motivasyonunu uluslararası güçlerden alan gazete patronlarının hükümet devirip hükümet kurduğu, ülkenin başbakanını pijama ile karşıladığı günleri gördük. Şantaj ve tehditle ihalelerin alındığı, “medya silahı” kullanılarak darbelerin meşrulaştırıldığı, insanların hayatlarının karartıldığı zamanları yaşadık. Batı, kendi sanrılarını medya kanalıyla hakikatmiş gibi aktararak kamuoyunu biçimlendirdi, istediğine istediği payeyi verdirdi, kimisinden de sonuna kadar hakettiğini zorbaca elinden aldı.
İç Kamuoyu Oluşturma Aracı: Batı Medyası
Yalnızca küresel bir manipülasyon da değil, Batı aynı projeyi kendi toprakları içerisinde de hayata geçirmeye çalışıyor. Hususiyetle siyaseti dizayn etme, toplumda yönetim erkine karşı olumlu/olumsuz kanaat oluşturma ya da bünyesinde yaşayan yabancılara karşı insanları yanlış yönlendirme denilecek adımlar medya tarafından atılıyor. Sosyal medya çağında, mezkûr sürecin çok daha kolay, az maliyetli ve etkin şekilde gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Donald Trump’ın iktidara getiren sürece Rusya’nın facebook, twitter, instagram, youtube, tumblr, paypal ve google+ gibi araçlarla müdahale ettiği açıkça yazılmıştı. Yine Fransa’da Macron’un kazandığı seçimlerin arifesinde medyada ısrarla vurgulanan “vote utile” (kullanışlı oy) kavramının sonuçları etkilediği aktarılmıştı. Buna göre halka istenmeyen ve fakat güçlü görünen adaya karşı, ideolojik anlamda yürekten bağlı olunan aday yerine akılcı davranarak ona en yakın rakibin desteklenmesi tavsiye ediliyordu.
Batı’nın kendi iç dinamizmini teşkil etmede böylesine efektif rol oynayan medya, hiç şüphe yok ki en çok da Türkler ve müslümanlara karşı yine kendi kitlelerini konsolide etme gayesiyle propaganda aracı olarak kullanılıyor. İslamofobi teriminin ortaya çıkması ve müslümanların açık hedef haline getirilmesinde en önemli “pay” medyanın. Yeni Zelanda’da iki camiye yönelik yapılan terör saldırısının ardından Birleşik Krallık’ta yayın yapan Daily Mirror gazetesi “Melek yüzlü bir çocuk bir şeytana, bir katliamcıya dönüştü” manşetini atarak sapık bir teröristi neredeyse masum gösterecek düzeyde haber yaptı. Fakat aynı gazetenin DAEŞ’in Amerika’daki kanlı eylemini “IŞİD manyağı gay clup’ta 50 kişiyi öldürdü” şeklinde görmüştü!
Yine Sunday Express, Miami Herald, The Times, The Guardian gibi İngiltere’de yayımlanan gazeteler “senin teröristin kötü, benim teröristim iyi” yaklaşımını pervasızca pompalamaktan çekinmediler. Kendi elleriyle meydana getirip Ortadoğu’ya sürdükleri ve içlerinde yaşayan müslümanlara karşı nefret oluşturmak için kullandıkları terörist organizasyonların katliamlarını en ince detayına kadar, müslümanlığa özel vurgu yaparak haberleştiren Batı medyası, saldırgan hristiyan olunca; katledilen müslümanlar, yakıp yıkılan yer cami olunca ne hikmetse “terör” kelimesini ağzına bile almadı.
Yıllardır Avrupa’da yaşayan müslümanları tahkir etmek için medya bombardımanı icra eden Batılı devletler, böylelikle İslamofobinin yaygınlaşmasına, müslümanlara yönelik saldırgan tavırların baş döndürücü boyutlara ulaşmasına neden oldular.
Batı Medyasının Hedefindeki Ülke Türkiye
Avrupa’da müslüman denilince hâlâ akıllara Türkiye geldiğine göre, onun da taarruzdan bigâne kalması elbette mümkün değildi. Hatta bu durum, Türkiye’nin hedef tahtasına konulmasının temel gerekçelerinden biriydi. 2009’da Davos’ta gerçekleşen “One minute” krizine kadar “demokratik Türkiye” vurgusu yapan Avrupa, Türkiye’yi “bölgesel güç, bölgesel süper güç, model ülke, yükselen yeni değer” gibi kavramlarla yere göğe sığdıramıyordu. Avrupa Birliği ile müzakere döneminde demokratikleşme adına peş peşe atılan adımlar, “Batı’nın görmek istediği Türkiye” şeklinde yorumlanıyordu.
Avrupa, Ortadoğu’nun merkezinde kendi ilkeleriyle hareket edecek, küresel düzlemde yaşanan zulümlere sessiz kalacak, kendisine muhtaç bir Türkiye hayaliyle çok net bir şekilde söylemek gerekirse iki yüzlülük yapıyordu. Tabi medya düzeni de zemin hazırlama rolünü üstleniyordu. Türkiye’nin vaziyeti bir başarı hikayesi olarak anlatılıyor, dünyanın “prestijli” dergileri kapaklarına Türkiye taşınıyordu. 2009’dan itibaren, -2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra iktidarın muktedir haline geldiği gerçeğini burada yadsımamak gerekiyor- dış politikada kendi kararlarını kendisi verebilen, mazlumlara umut olan, “dünya beşten büyüktür” diyebilen cesur ve güçlü bir devlet Batı’nın ve onun sözcüsü medyanın hedefi haline geliyordu. “Türkiye eksen kayması yaşıyor, otoriter yönetim anlayışı Türkiye’yi karanlığa sürüklüyor” ifadeleri sıkça dillendirilmeye başlanıyordu.
8 Nisan 2010 tarihinde Amerikan Wall Street Journal gazetesinde Erdoğan’ın İsrail’i Ortadoğu için tehdit unsuru olarak göstermesi Türkiye’nin müttefiklerinden ayrılıp, İran gibi radikal ülkelerle işbirliği yapmaya başladığı şeklinde sunulmuştu. Arap Baharı ve Suriye Krizi ile birlikte de yoğun bir şekilde “diktatörlük” yaftası yapıştırmaya başlanıyor, 2013’ten itibaren “radikal İslâmcı gruplara yardım ediyor” iddiası ortaya atılıyordu.
Gezi olayları, yazının başından beri aktarmaya çalıştığım mevzunun Türkiye özelinde zirveye çıkmış hali olarak değerlendirilmeli. 28 Mayıs 2013’te başlayıp artçılarıyla birlikte 30 Ağustos 2013’e kadar devam eden sokak kalkışması sırasında CNN International, BBC, France 24 gibi uluslararası etki gücü hayli yüksek olan küresel kanallar Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaparak, meşru hükümeti sosyal olaylarla devirme projesi yani bir nevi sivil darbe girişimi olan Gezi Parkı kalkışmalarını kahramanlık hikayeleri gibi servis ettiler. Alman Der Spiegel dergisi Türkçe yayın yaparak toprakları içerisinde yaşayan yaklaşık 8 milyon Türk’ü sabote etmeye çalıştı.
Keza 17/25 Aralık operasyonları da FETÖ’nün yayın organlarının da köpürtmesiyle Batı’da Türkiye’nin imajını yerle bir etmek amacına matuf; günlerce, haftalarca gündemden düşmedi.
15 Temmuz 2016’daki hain darbe girişimi öncesinde Amerikan ve Avrupa medyasında bazı yazarlar umarsızca, Türkiye için darbenin tek seçenek olduğunu ima eden yazılar kaleme alıyorlardı.
2002-2004 yılları arasında Pentagon’a danışmanlık yapan ve Türkiye’ye karşı takındığı düşmanca tavırlarla ön plana çıkan Michel Rubin, Newsweek’te “Türkiye’de durum kötü ve daha kötüye gidiyor. Türkler ve Türk ordusu, Erdoğan’ın Türkiye’yi uçuruma sürüklediğini gün geçtikçe daha fazla anlıyor.” diyebilmişti. Amerikalı emekli Yarbay Ralph Peters “Darbe başarılı olursa İslâmcılar kaybeder, biz kazanırız.” cümlesini kurabilmişti. Darbe girişimin yaşandığı gün MSNBC ve İngiliz Daily Mirror yayın organları “Amerikan kaynaklarına dayandırdığı” haberinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özel bir jetle “kaçtığını” ilan ettiler! Erdoğan’ın çağrısı, milletin birlik ve beraberliğiyle bertaraf edilen darbe girişiminin sonrasında da Fox News internet sitesinde “Türkiye’nin son umudu da öldü.” ifadelerine yer verildi!
17 Temmuz 2016 tarihli The Guardian’ın editör yazısında dile getirilen şu kelimelerle bir anlamda maske düşmüş, gerçek yüz belirgin hale gelmeye başlamıştı: “Askeri diktatörlük, bilinen en kötü hükümet biçimlerinden biri. Ancak seçilmiş diktatörlük de çok daha iyi sayılmaz; açık şekilde görülen tehlike Türkiye’nin o tarafa doğru yalpalaması.” Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bugün de, altını çizmeye çalıştığımız türden yayınlarla karalama kampanyaları kesintisiz bir şekilde sürdürülüyor.
Çözüm: Medyaya Karşı Medya Harekâtı
Bir fıkra ile olan biteni özetleyelim isterseniz: New York City’de Central Park’ta ipini koparan köpek yaşlı adama saldırmaya başlar. O sırada orada bulunan müslüman genç, bir an bile düşünmeden koşarak müdahale eder, köpeği boğar ve vücudu yara bere içerisindeki yaşlı adamı kurtarır. Fotoğraf makinesiyle parkta haber kovalayan gazeteci yaşananları fotoğraflar ve müslüman gencin yanına gelerek sorar, “Haber başlığı olarak ‘Kahraman Amerikalı genç yaşlı adamın hayatını kurtardı’ diye yazabilir miyim?” Genç, “Ama ben Amerikalı değilim, Ortadoğulu bir müslümanım…” Ertesi gazeteler şu manşetle yayınlanır: “Bir müslüman Central Park’ta köpeği boğarak öldürdü. FBI, IŞİD ve El Kaide bağlantısını araştırıyor!”
Peki, fıkrada birkaç cümlede sarih bir şekilde anlatılan bu önyargıyı değiştirmek, yapamasak da mukavemet edebilmek için neler yapılmalı? Öncelikle yabancı dilde yapılan yayınların sayısı artırılarak yurtdışında okunur, dağıtılır hale getirilmeli. İçeriğini doldurmak için de nitelikli, yabancı dil bilen personel yetiştirilmeli ve istihdam edilmeli. Avrupa’da ve Amerika’da lobi faaliyetleri yürütülerek Türkiye lehine, gerçekleri çarpıtmadan yazacak akademisyen, entelektüel, gazeteci ve yazarlarla irtibat kurulmalı; Türkiye’nin içerisinde bulunduğu durumu ve tezlerini gizli ajanda olmaksızın sunmalı ve bu kişilerin lehte propaganda yapmasına zemin hazırlanmalı. Yurt dışında bulunan Türk diasporasına temas edilerek kontr-propaganda için lojistik anlamda destek olunmalı. Mazlum coğrafyalara Fransızca, İngilizce, Arapça, Çince yayınlar yapan televizyon kanalları, internet siteleri, dergi ve gazetelerle ulaşarak Türkiye farkındalığı oluşturulmalı.
Geçmişimizden beslenerek, geleceğimizi tesis etmek için önce kendimizi, sonra nesillerimizi yetiştirmek zorundayız. Dünyayı bilmeden, kültürleri ve inançları öğrenmeden, bizle beraber olanlarla kaynaşıp cephe alanları tanımadan üzerimizde oynanan oyunları her ne olursa olsun sahneden söküp atmak mümkün değil.
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Mostar Dergisi - Sayı:178 s.6