Görüş Bildir

Güneş Ülkesinin Mâbedleri

Güneş ülkesinin mabedleri. Osmanlının camileri. Osmanlı döneminde yapılan camiler.

İstanbul, Konya, Bursa gibi şehirlerimizde her gün yanından geçip gittiğimiz ihtişamlı camilerimiz bize neyi anlatır? Dedelerimizin gösteriş tutkusunu mu, görkemli yerlerde ibadet etme merakını mı, bir iz bırakma sevdasını mı? Yoksa, artık yitirdiğimiz bir anlayışın, bir hayat tarzının vakur ama sitemkâr hatıralarını mı? Ve gerçekten o camilerin, güzele âşık bir medeniyetin imzaları olabileceği hiç aklımıza geldi mi?

Ardına çil çil kubbeler serpen ordulardan biri de, İslâm’ın bayraktarlığını 13. yüzyıldan itibaren üstlenen Osmanlı idi. Ve Osmanlılar’da da, Saadet Asrı’nda olduğu gibi camiler geniş fonksiyonlara yönelik olarak planlanmıştı.

Mesela Bursa’daki Yeşil Cami ile Yıldırım Camii aynı zamanda dava merkezi, yani mahkeme idiler. Yeşil Cami’nin de minber ile mihrap arası namaz kılma yeri, fıskiyenin bulunduğu alçak kısım ise kadı ve kazaskerlerinin davaları için planlanmıştı.

Osmanlı mahalleleri cami esas alınarak kurulmuştu. Cami mahallenin merkezinde bulunurdu. Yollar sokaklar camide kesişirlerdi. Mahallenin ve mahallelinin meseleleri camide çözüme kavuşturulurdu.
 

Bir Medeniyeti Anlamak


Osmanlı Beyliği’nin bir cihan devletine dönüşmesi sadece fetihlerle gerçekleşmedi. Bu devlet kendine has kültür, sanat, eğitim ve mimari sistemleri de oluşturdu.

14. yüzyılın başlarından 19. Yüzyıla kadar, Osmanlı’nın hâkim olduğu coğrafyada cami, medrese, külliye, türbe, köprü, hamam, bedesten, imarethane, şifahane gibi yapıların hangi idealler ve ihtiyaçlara göre yapıldığı ve nasıl bir medeniyet felsefesi güdüldüğü, bu yapıların mimari üsluplarının incelenmesi kadar önemlidir.

Yeşil Nil’den, şanlı Tuna’ya kadar yayılan coğrafyadaki bu sosyal kurumların hangi keyfiyete dayanarak inşa edildiği gerçekten son derece önemlidir.

Tarih boyunca aynı coğrafyayı hükmü altına almış Roma, Makedonya, Pers ve Britanya imparatorluklarının sömürü ve talan esasına dayanan yayılmacı siyasetleri ile Osmanlı politikaları çok iyi mukayese edilmelidir.
 

Fethin Mührü


Osmanlı Cihan Devleti’nin yayıldığı coğrafyada gerek yerli halka, gerekse müslümanlara ait yüzlerce mâbed bulunuyordu. Ve Osmanlı gittiği her yere mâbedleriyle gidiyordu.
Namazgâh, mescid, tekke, zaviye, camiler... nakış nakış Osmanlı mülkünü süslüyordu. Padişahlar, şehzadeler ve sultanlar tarafından yaptırılan görkemli camiler de selâtin camii adını alıyordu.

Camiler içerisinde fethin sembolü olan Ayasofya’nın önemli bir yeri vardı. Ayasofya’nın hatibi, cuma hutbesine kılıç kuşanarak çıkardı. Bu hatip, kazasker seviyesinde çok yüksek bir din âlimiydi.

Camilerdeki görevli sayısı da, camilerin ihtişamına ve sosyal rolüne uygundu. Mesela Fâtih Camii’nin kadrosu şöyle idi: Bir hatip, iki imam, on iki müezzin, altı kayyum, dört kandilci. Ayrıca hâfız- ı kütübler, bahçıvanlar ve diğer hizmetkârların yanı sıra, her gün kelime- i tevhidi 3500’er kere tekrar eden yirmi kişi, Kur’ân-ı Kerîm’den bir cüz okuyan yirmi cüzhan hafız, salâ veren altı musalli, on devirhan, her gün 1000 salâvat okuyan 1000 salavatçı, bir duahan bulunuyordu.

Halifenin pâyitahtı İstanbul’da bulunan bu camiler göz kamaştırıcı bir mimari üslup ve tezyinata sahip manevi bir vecd ve heyecan merkezi idiler. Akustik yapıları ile ses en ücra köşeye kadar ulaşıyor, mimari incelikler sayesinde onlarca kandil ve mum yanmasına rağmen islenme ve kararma olmuyordu.

Bu güzellik ve estetiğin yanı sıra, çok ince ayrıntılar da düşünülmüştü. Mesela temeli, Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan tarafından 13 Haziran 1550 yılında atılan, yaklaşık 3500 metrekarelik alana sahip olan Süleymaniye Camii’nde , 3523 usta çalışmış, yapı yedi yıl gibi bu tip bir yapı için çok kısa bir sürede tamamlanmıştı. Caminin kendi haşmetine uygun tarzda yapılan dört minaresi ve on şerefesi bulunmaktadır. Minarenin ikisi üçer, diğer ikisi ise ikişer şerefelidir. “Cami minareleri” ve “harem minareleri” diye adlandırılan minareler, Kanûnî Sultan Süleyman’ın, İstanbul’un fethinden sonraki ilk dört sultanı Fâtih, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî’yi; on şerefe de, Osmanlı İmparatorluğu’nun onuncu padişahı olduğunu işaret etmektedir. Süleymaniye Camii’nin kandil çanakları arasına yerleştirilen deve kuşu yumurtaları, saldığı kokuyla örümceklerin yuvalanmasını engelliyordu. Yükseklikleri 9,02 m., çapları 1,4 m. olan ve yaklaşık 30’ar ton oldukları hesaplanan fil ayaklarının her biri toplam 8000 ton yükü temele iletiyor. Mimar Sinan bunları cihâryâr- ı güzîne (dinin dört direği); Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye armağan olarak sunmuştu. Ayaklardan ikisi İstanbul’dan eski Bizans Sarayı’ndan ve Kıztaşı’ndan, biri Baalbek’teki Jüpiter Tapınağı’ndan, diğeri de Mısır’ın İskenderiye şehrinden getirtilmişti.

Mimar Sinan’in en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı Edirne Selimiye Camii’nin mimari unsurları da belli manaları temsil ediyordu: Tek kubbe Allah’ın birliğine, beş kademeli pencereler İslâm’ın beş şartına, pencerelerin doksan dokuz tane oluşu Cenâb- ı Hakk’ın doksan dokuz ismine, dört vaaz kürsüsü dört hak mezhebe, caminin otuz iki kapısı otuz iki farza, altı minare imanın altı şartına, on iki şerefe de camiyi yaptıran on ikinci padişah II. Selim’e işaret ediyordu. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 m. çapındaki kubbe, sekizgen şeklindeki gövde üzerine oturmuştur. Üç şerefeli ince minarelerine üç kişi aynı anda birbirini görmeden çıkabilmektedir. İslâm mimarisinin kemalini bulduğu Osmanlılar’da mâbedlerin inşasında tevhid inancı hâkim olmuştur. Zeminde kubbeye doğru kademe kademe yükselirken, âdeta kesretten vahdete ulaşılmaya çalışılmış, bütün elemanlarla kubbeye ulaşırken insicamın, âhengin, tenasübün, dayanışmanın en güzel örnekleri verilmiştir.
 

Önce Hizmet


Osmanlılar bir şehri kurarken öncelikle topografik yapısı üzerine ciddi bir çalışma yapmışlardır. Silüeti tamamlayacak şekilde şehrin en yüksek tepelerine Allah’ın evi olan mâbedleri yerleştirmişlerdir. Onların etrafında kademe kademe medreselerini, mekteplerini, hastahanelerini, imaretlerini, tabhanelerini, hamamlarını, çarşılarını ve diğer ünitelerini ana merkezlerde, tâli merkezlerde de ihtiyaca göre bunların bir kısmını inşa etmişler, meskenlerini bunların etrafında uygun bir düzenle yerleştirerek mahalleler oluşturup, ara ve anayolları ile birlikte, o günkü ihtiyaca cevap veren altyapı ve üst yapılarını oluşturarak dinin hayattan koparılamayacak bir müessese olduğunu da göstermişlerdir.

Dârüşşifa denilen bu poliklinik ve hastahanelerde, devrin uzman doktorları ücretsiz muayene ve tedavi yapmış, imarethane ve aşevleri yüzlerce yoksulu yedirip giydirmiş, dul ve yetimlere maaş bağlanmış, halkın eğitimi için mektep ve medreseler kurulmuştur.

Vakıf sistemi ile çalışan bu müesseseler devlete yük olmamış, aksine devletin bir dünya devleti olmasına vesile teşkil etmişlerdir.

Bir elinde kılıç bulunan ecdadımızın diğer elinde kalem vardı. Kefenlerini sarık olarak başlarında gezdiren o güzel insanlar, hayatı güzelleştirmişler ve güzel bir hal ile ebedî hayata yürümüşlerdi.

İşte bu görüntüsüyle Osmanlı mülkü bir “güneş ülke” idi. İtalyan düşünür Tommaso Campenella hasretini duyduğu güneş ülkenin Osmanlı yurdu olduğunu şu sözleriyle itiraf ediyordu: “Ben bir güneş ülkenin hasretini çekiyorum. Bu ülkede gece olmasın ve insanlar, karanlık mefhumunu tanımasın. Güneş ülkeyi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir, vicdan ve lisan hürriyetine ilişmeyen Osmanlılar’ın mevcudiyeti, hiç olmazsa yarın böyle bir ülkenin var olacağını bana ümit ettiriyor. Mademki düşünceyi zindana vurmayan bir millet, o cesur ve âdil Osmanlı var; üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke yarın neden vücut bulmasın?”


Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Tarih Aynasında Osmanlı - Eşik Yayınları



nizami hayat logo