Firâset Nedir?
“Firâset” sözlüklerde ileri görüşlülük, hissetme, sezme, anlayışlılık, çabuk seziş, düşünerek anlamak gibi manalara gelir. Kelime “ferâset” şeklinde günlük dilde de bu anlamda kullanılır ve genellikle akıl ve tecrübeyle ilişkilendirilir.
Firâsetin sûfîlerin dilinde daha derin bir anlamı vardır ki Seyyid Şerîf Cürcânî rahmetullahi aleyh bunu şöyle tarif eder: “Allah’ın dilediği kadarıyla henüz ortaya çıkmayanı bilme ve olan bitenin iç yüzü ile ilgili kesin bilgiye ulaşmadır. Hakikat ehlinin dilinde ise, keşif yoluyla kesin bilginin elde edilmesi, gaybın görülmesidir.”
Bu tarifin de işaret ettiği üzere firâset, sûfîler nezdinde sâlikin kalbine gelen bilgidir ve ilhamla benzer anlamdadır. Buna göre sûfî, ulaştığı firâset sayesinde kişiler ve olaylar hakkında başkalarının bilmediği bilgilere ulaşır. Olayların iç yüzünü anlar. Bu bilginin kaynağı Cenâb-ı Hak’tır. Bu sebeple firâset tecrübeye yahut delile dayanmaz.
Hem Kur’an-ı Kerim’de hem de hadis-i şeriflerde firâset ile ilgili açıklamalar vardır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “Müminin firâsetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizî) buyurduktan sonra “Şüphesiz bunda firâset sahibi kimseler (mütevessimîn) için ibretler vardır.” (Hicr 75) ayet-i kerimesini okur. Sûfîler, ayette geçen “mütevessimîn” kelimesini “firâset sahipleri” olarak tefsir ederler.
Hadis-i şerifte firâset ile Allah’ın nuru arasında ilişki kurulmuştur. Buna göre firâset Allah Teâlâ’nın mümin kullarının kalbine yerleştirdiği bir bilgi veya sezme kabiliyetidir ve müminin kemalâtına göre farklı derecelerdedir. Özellikle ilâhî yakınlığa ermiş velîler bu hususta ileri seviyede olabilirler, başkalarının göremediği şekilde olayların iç yüzünü bilebilirler. Bu sebeple sûfîler firâset sahibi kişinin Allah’ın nuruyla bakmasının, bir kudsî hadiste geçtiği üzere, aslında Allah’ın o kulun gören gözü olması anlamına geldiğini söylerler.
Ebu Saîd Harraz kuddise sırruhû hazretleri bu konuda şöyle der: “Firâset nuruyla bakan, Hakk’ın nuruyla bakmıştır. Firâset sahibinin bilgisi, yanılma ve unutma söz konusu olmaksızın Hak’tandır. Daha açıkçası firâset, Cenâb-ı Hakk’ın kulun dili ile söylenen hükmüdür.”
Sahabi Efendilerimiz içinde Hz. Osman radıyallahu anhunun firâseti meşhurdur. Hz. Enes radıyallahu anhu anlatıyor:
“Ben onun yanına giderken yolda gözüm bir kadına ilişti, ne güzel olduğunu düşündüm. Yanına vardığımda, Hz. Osman:
– Biriniz gözlerinde zina belirtisi olduğu halde yanıma giriyor, dedi ve ekledi: Göz zinasının harama bakmak olduğunu bilmez misin? Yemin ederek söylüyorum, ya tevbe edeceksin yahut cezanı keserim.
Bunun üzerine ben;
– Resûlullah’tan sonra da vahiy gelir mi, diye sordum.
– Hayır, dedi; fakat basiret, bazı deliller ve doğru firâset vardır.” (Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn)
Hz. Ömer radıyallahu anhu da bazı şeyleri olmadan önce haber verdiği için “ilhama mazhar olan zat” anlamında “Mülhem” olarak da anılırdı.
Sûfîler, firâsetin bir lütuf olduğunu söylerler. Bu lütfa ulaşmak için de haram ve şüpheli şeylerden kaçınmanın yanı sıra nefsin istek ve yönlendirmelerine karşı çıkmak gerektiğini belirtirler. Ayrıca Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye uygun bir hayat yaşamadıkça kişinin firâsete ulaşamayacağını hatırlatırlar.
Şah Şucâ Kirmânî kuddise sırruhû hazretleri bu konuda şöyle der: “Her kim gözünü haramdan sakındırır, nefsini isteklerinden alıkoyar, sürekli murakabeyle içini mamur eder, Sünnet’e tâbi olmak suretiyle dışını süsler ve helal yemeyi alışkanlık edinirse firâseti hiç şaşmaz.”
Hâce Abdullah Ensârî kuddise sırruhû hazretleri firâsetin üç derecesi olduğunu söyler:
• Ehil olmayanların dilinden nadiren dökülen ve beklenmedik şekilde ortaya çıkan firâset. Böyle bir firâsetin kaynağı belli olmadığı gibi sahibine de önem verilmez.
• İmanın bir meyvesi olarak devşirilen, kişinin halinin doğruluğundan ortaya çıkıp, keşif nurundan parlayan firâset.
• Allah Teâlâ tarafından seçilmiş kulun dilinden açıkça yahut işaretli olarak dökülen, herhangi bir düşünme ile meydana gelmeyen sırrî firâset.
Ebu Bekir Kettânî kuddise sırruhû hazretleri firâsetin kâmil imanın bir sonucu olduğunu şöyle açıklar: “Firâset, akıl ve duyularla bilinmeyeni (gaybı) görmekten ibarettir; imanın ve müşahedenin eseridir.”
İmam Kuşeyrî kuddise sırruhû hazretleri; “Firâset imanın kuvveti nisbetinde hâsıl olur. Şu halde imanı en kuvvetli olan, firâseti en keskin olan kimsedir” buyurur.
Şeyh Ebû Bekir Vâsîtî kuddise sırruhû hazretleri ise şöyle tarif eder: “Firâset, kalplerde parıldayan bir ışıktan ve sırlarda yerleşmiş bir bilgi veya sezgiden (marifetten) ibarettir. Bu marifet, o sırları gaybtan gayba taşır. Bu suretle firâset sahibi, şeyleri Allah Teâlâ’nın gösterdiği gibi görür ve bunun neticesi olarak yaratılmışların sırlarını keşfeder.”
Sûfîler, ulaştıkları firâset sayesinde kalplerden geçenleri Allah Teâlâ’nın dilediği kadarı ile bilebilirler, fakat çok gerekli olmadıkça açık etmezler. Ebû Abbas b. Mehdi başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Çölde yolculuk yaparken yanında su bulunmayan başı açık ve yalın ayak bir kişinin önüm sıra yürüdüğünü gördüm. Kendi kendime, ‘acaba bu adam namazı nasıl kılar, galiba adamda abdest namaz diye bir şey yok’ diye düşündüm. Derken adam bana döndü ve ‘O içinizde olanı biliyor, ihtiyatlı olun.’ (Bakara 235) mealindeki ayeti okudu. Bunun üzerine kendimden geçerek yere yığıldım. Kendime gelince suizannımdan dolayı Allah’tan af diledim ve yoluma devam ettim. Yürürken o zât yine gözüme ilişti. Birden içim heybet hissi ile doldu, olduğum yerde kalakaldım. Adam yine bana döndü ve ‘O, kulunun tevbesini kabul eder ve günahlarını affeder.’ (Şûrâ 25) ayet-i kerimesini okudu ve gözden kayboldu. Bir daha da onu göremedim.”
Aşağıdaki kaynaklardan faydalanılmıştır:
Semerkand Dergisi Sayı:292 s.12