Evlerimizin Ortak Kitapları
Önceleri bu kadar çok kitap basılmıyordu. Ele alındığında “çöp” olma ihtimali yoktu iki kapak arasındakilerin. Yazarak çoğaltmak zahmetliydi, sadece en kıymetlilere özeldi. Sözün de ilmin de kıymeti vardı. Sözün ve ilmin kıymeti kağıda da sirayet ediyordu. Merhum Orhan Okay hocanın Kağıt Medeniyeti adlı eseri tam da böyle bir yol ayrımında yazılmış yazılardan oluşur. Eskiden eşyaları az ve öz olan evlerimizin kitapları da öyleydi. İlk eğitimin başladığı evde, yediden yetmişe herkesin durduğu yaşa ve yere göre terbiye etmeye devam eden kitaplar…
Evlerimizde okunanla, aile fertlerinin özünü besleyip toplumun değerlerini/ahlâkını şekillendiren, istikamet kazandıran belli başlı eserlerdi. Bir seferliğine bitirmek için okunmaz, her seferinde yaşamak için okunur, hatta okunmakla kalmaz ezberlenirdi. Günümüzde kaç kitap var birlikte oturup okuyabileceğimiz ve okudukça muhabbeti demleyecek? Büyüklerin okuyunca zevk aldığı, çocuğun dinleyince anladığı kitaplar…
Her ailenin kendi ilgi alanlarına dair okudukları çeşitli eserler olsa da cemiyetin bütününe hitap eden zikrini/fikrini ortaya koyan, muhtevasında içtimai değerlerimizi barındıran kitaplar, tüm evlerde ortaktı. Aynı kıbleye yöneldiğimiz, aynı sofradan yediğimiz gibi, aynı kitaplar etrafında da toplanıyorduk. Kişiliğimizin yansımasıydı okuduklarımız, okuduklarımızı da yansıtıyorduk hayata. Kitapları bir olan insanlar, birlik oluyorlardı hayatta da. Şimdi bırakalım çocuk ve yetişkinin aynı kitabı okumasını, komşularımızla ortak eserler etrafında toplanmayı; fert olarak okuduklarımız dahi bir elin beş parmağını geçmiyor. İnsanları aynı değerler etrafında toplayacak sözler, meclisler unutulup gitti.
Acaba durumumuz sadece okuma alışkanlığımızı yitirmemizden mi kaynaklanıyor? Yoksa yitirdiğimiz değerlerimizle birlikte değerli kitaplarımız da evlerimizden göçüp gitti mi? Evlerimizdeki kütüphaneler değiştikçe bizler de değiştik. Çoğu evde küçük bir kitaplık dahi olmadığını göz önünde bulundurduğumuzda, kitaplarımızla birlikte kendimizden de vazgeçtik.
Eskileri bir kandilin, bir mumun yahut her gece için ayrılmış bir çam yarmasının ışığında toplayan ve onları ezberleyecek kadar sevdiren eserler nelerdi? İçlerinde ne vardı ki, asırlar geçse de, evlerden nesiller göçse de onlar göçüp gitmiyorlardı? Ne değişti ki evlerimizde, artık eskisi gibi rağbet görmüyorlar? Eskiden ellerden, dillerden düşmeyen eserler, cemiyetin aynasıydı. Gönülde olanın, fikrin zikriydi. Çünkü insan kimi seviyorsa, en çok onun adını duymak, onu anmak ister. Okuduğu o olsun, yazdığı o… Evlerimizin ortak eserlerinin özünde muhabbet vardı. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) duyulan aşkın ve hasretin ise en güzel tezahürüydü Muhammediye ve Mevlid-i Şerifler… Mutlu olduğumuzda o anılırdı evlerimizde, dertliyken adı şifa olurdu gönüllere. Düğünde de okunur, ölümde de anılırdı. Okumak için okunan eserler değildi ya da okunmak için herhangi bir sebep aranmazdı. Bilhassa hanımların bir araya gelme amacıydı alemlere rahmet Efendimiz’i anmak. Böyle eserler, okunan eve bereketti, dinleyenlere huzur…
Şiirler, naatlar kafiyeli olması bakımından kolay ezberlenirdi. Bu şiirleri dinlemek çocuklar için büyük bir keyifti. Merkezden taşraya, en ücra yerlere kadar Mevlid’i duymamış, ilahilerle büyümemiş çocuk bulmak imkânsızdı. Okuma yazmayı dahi öğrenmemiş minikler, Efendimiz’in hayatını ezberleyerek başlarlardı eğitim hayatlarına. İlkokulumuz olan evlerde okunanlar sayesinde; siyer, edebiyat ve musiki dersleri bir arada verilmiş oluyordu. Zahiren ve manen ayrı besleniyordu insanlar. Bir hayır yapılmak istendiğinde de adı “Mevlid” olurdu mesela. Mevlid-i Şerif’i dinlemeye çağırılır ve öyle doyurulurdu yoksullar. Cuma akşamları, kandiller, vefat sene-i devriyeleri ve daha nice meclis Mevlid ile kurulurdu. Evlerimizde en çok Efendimiz’e salâtüselam okunurdu. Ezan misali, yeryüzünde biri bitse diğeri başlardı.
Günümüzde “Okumaya nereden başlamalıyım?” sorusu çok popüler. Bir de tavsiye kitap ismi aldıktan sonra okumayanlar daha çok… Herkes farklı cevaplandırıyor bu soruyu. Büyüklerimizin cevabı ise mütemadiyen aynı: “Kur’an-ı Kerim oku evladım.” Peki ya başka? “İlmihal oku evladım. Onu da okuduysan tekrar oku, sonra bir kez daha oku evladım.” Bizler okuduklarıyla tanıyoruz Anadolu halkını, hiç değişmeyen okuma listeleriyle. Anadolu’yu yoğuran eller, işte bu kitapların sayfalarını çeviriyordu, tekrar tekrar. mentü şerhleri, ilmihal ve itikad kitapları… Belki de ne olduysa okuma listelerimizin başına başka kitapları koyduktan sonra oldu. Evlerimizde Kuran-ı Kerim sesi duyulmadıktan sonra, isterse kütüphanede yaşayalım, binlerce kitap okuyalım ne fark ederdi ki?
Yunus Divânı, Muhammediye, Müzekki’n- Nüfûs ve Envârü’l- şıkîn gibi tasavvuf bağının güllerinin en az biri mutlaka mahalleden birkaç evde olurdu. Evlerden birindeki bu gülün tesiri diğer evlere de güzel kokusunu yayardı. Evlerimizdeki okuma kültürü, mümin fıtratının özünü oluşturuyordu. Küçük yaştan itibaren bu kültürle, bu dil zevki ve irfanla büyüyenler, hayatın her alanında olursa olsun yolculuklarını da bu esas üzere kuruyorlardı.
İnanç, zihniyet, davranış ve zevklerimizin oluşmasında, evlerde ve meclislerde okunan cenk-namelerin payı da çok büyüktür. Milletimizle özdeşleşmiş cesaret, kahramanlık, fedakârlık ve vefakârlık gibi duygular hep evlerimizde okunan cenk-namelerin tesirinde kökleşmiştir. Sözü Sezai Karakoç’un evlerde dillerden ve ellerden düşmeyen ve çocukların dünyasını kuran metinleri anlattığı Çocukluğumuz şiirini hatırlayarak bitirelim. Üstat “Annemin bana öğrettiği ilk kelime Allah” diyerek başlar ve şöyle devam eder “Annem bana gülü şöyle öğretti / Gül, O’nun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi / Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus / Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus...”
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Mostar Dergisi - Sayı 180 s.32