Doğa İle Aramız Ne Zaman Bozuldu?
Günümüzde yörüngesini kaybetmiş insan, her güne farklı bir felaket senaryosu ile uyanıyor. Son zamanlarda medyanın bize sunduğu yeni panik unsuru başlıklarını doğanın yok olması, küresel ısınma, iklim krizi, biyolojik çeşitlilik kaybı ve çevre sorunu olarak sıralayabiliriz. İnsanda felaket ve korku hissiyatını tetikleyen bu haberlerin arka planına biraz bakmak lazım.
Meseleye ilk olarak modern dünyanın doğaya ve çevreye olan bakış açısını ele alarak başlayalım. Modern dönem öncesi Batı’da insan doğaya hayret hatta biraz da korku ile bakarken, 16. ve 18. yüzyıldan itibaren özellikle Sanayi Devrimi ve Fransız Aydınlanması gibi etkenlerle beraber insanın doğa ile olan ilişkisi de Avrupa’da yeniden şekil almaya başlamıştır.
Artık dünya, bilgisine sahip olunacak, sınırsız kullanıma uygun bir meta olarak görülmeye başlanmış ve doğaya hükmederek çevreyi, toplumu ve en sonunda insanı da hükmü altına alabilecek bir rota çizilmiştir. Doğa ile uyum yerine doğaya hakim olma ilkesini benimseyen modernizm düşüncesi, dengelerin bozulmasına yol açmıştır. Bunun neticesinde insan doğaya bir hayret nazarıyla bakmak yerine çıkar ilişkisiyle yaklaşmış ve tüm dünyada materyalist bakış açısının temelleri atılmıştır.
Toplumsal yaşamda, doğayı tüketmeye odaklı ve ekonomik olarak sürekli büyüme anlayışı doğanın işleyişine doğrudan dolaylı müdahaleyi beraberinde getirdi. Doğanın sömürülmesi ve kirletilmesi yolu ile zenginleşme anlayışı insanı derin, geri dönüşü zor bir çıkmazda bıraktı.
Doğaya “Pembe” Bir Müdahale
1960’lara kadar sanayinin yok ettiği değerleri korumak bir yana, kentlerin üzerindeki kirli hava sanayileşmenin sembolü sayıldığından, insanlar için bu kirli hava bir övünç kaynağı idi. Uzun süre göz ardı edilen çevre problemleri 1960’ların sonuna doğru Batı’da büyük bir sorun oluşturdu ve bunun sonucunda birçok sosyal grup ve ekoloji hareketi ortaya çıktı.
Bahsedilen hareketlerden biri olan “ReWilding” yani “Yabana Dönüş” akımı da insanın doğa ile bozulan ilişkisine sözde bir denge getirmeyi amaçlıyor. Yabana dönüş kavramının temelinde, insan eli ile bozulmuş ekosistemin değiştirilmesi yatmakta. Besin zincirinde en üstte var olan ama zamanla nesli tükenmiş yahut buna yaklaşmış olan “anahtar türleri”, ormanları, insanın iskan ettiği ancak aslında tarım arazisi olan bölgeleri yeniden doğaya kazandırmak, yani daha açık bir ifadeyle insan eliyle bozulmuş olanı, yeniden insan eliyle ekosisteme kazandırmak hedefleniyor. Bu hedefle alakalı, dünyanın farklı bölgelerinde yapılan bazı çalışmalar da mevcut. Bunlardan en ilgi çekeni de Sanayi Devrimi’nin doğduğu topraklar olan İngiltere’de hiç yaşamamış bir tür olan “Avrupa Bizonu”nun küçük bir sürü olarak kente dahil edilmiş olması. Kentte çitlerin arkasında tutulan bu “yabani” hayvanlar, ziyaretçilerin, medyanın, iş adamlarının, ünlülerin ilgisini ve finansmanını çekiyor. Peki, bu gerçekten insanın doğayı koruması, onu eski haline döndürebilmesi için yeterli ve önemli bir adım mı? Yoksa tıpkı “insan hakları” sloganı gibi havada kalacak, ancak kürsülerden konuşulacak ve arka planda mülteci botlarını batıracak olanların, nükleer ve kimyasal kirlenmeyi örtmek için oluşturduğu bir kılıfı mı? Kararı kendiniz verin.
Müslümanın Çevre Sorumluluğu
Günümüzde yaşanan derin ekolojik krizlerin sebebi insanın kendine biçtiği konumdan kaynaklanır. Bu yüzden yapılması gereken önce, insanın kainattaki konumunu yerli yerince bilmesidir. Yeryüzünde “halife” olan insan, Allah Teala tarafından yaratılmışlar arasında en şerefli ve üstün kılınmış olandır. “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)
İnsan, yaratılanda esmayı görmesi hasebiyle üstün kılınmıştır. Yalnız bu üstünlük insanı mülkün sahibi yapmaz, zira mülkün sahibi yalnız Cenab-ı Allah’tır. İnsan o mülkün emanetçisi, sorumlusu konumundadır. Emanete gösterilen tasarruf Allah için, Allah’ın yarattıkları yararına olmak mecburiyetindedir. Yeryüzündeki bütün nimetler insan için bile olsa, kişi bunları istediği gibi kullanamaz. Nitekim ayet-i kerimede, “Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz” (Tekasür, 8) buyurulur. İnsan sorumlu olduğu her nimetten hesaba çekilecektir.
Müminin emaresi nazarındadır, Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de tabiatı emsalsiz şekilde tasvir etmekte ve insana, bakıp ibret alması gerektiğini defaatle buyurmaktadır: “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok. Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik. Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık). Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik. Kullara rızık olması için birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Ve o su ile ölü toprağa can verdik. İşte hayata yeniden çıkış da böyledir.” (Kaf, 6-11)
İnsan fıtrat üzere doğar. Fıtrat tabiat ile uyum halindedir. Tabiata verilecek her zarar bizatihi insana zarar vermektedir. Zararı önleyecek çare ise Kur’an ve sünnette bulunmaktadır. İslam özelde müminden beden, elbise, mesken ve tabii çevresinin temizliğini ister. Nitekim Efendimiz (aleyhi’ssalatu ve’s-selam) hadis-i şeriflerinde “Yeryüzü benim için mescit ve temiz kılındı” (Buhari, Teyemmüm, 1) buyurmaktadır. Burada yeryüzü bir ibadethane olarak kabul edilip kutsal bir mana kazanmıştır. Nasıl ki insan namaz kılacağı yeri temiz tutmak (necasetten taharet) mecburiyetindedir, aynı şekilde yeryüzünü de temiz tutmalıdır.
Hakim Değil Hadim Olmak
Mekke ve Medine İslamiyet’in iki mukaddes şehri olması hasebiyle “Haremeyn” diye anılır.Osmanlı padişahlarından Sultan Selim bir rivayete göre Halep’te büyük camide okunan hutbede, bir başka rivayete göre ise Ridaniye zaferinin ardından Kahire’ye girdikten sonra burada kılınan cuma namazı sırasında, hutbede kendisinden “Hakimü’l-Haremeyn” diye bahseden hatibe “Hadimü’l-Haremeyn” demesi için müdahale etmiştir. “Hadim” yani hizmetkar olarak anılmayı, “hakim” yani hükmeden olarak anılmaktan evla gören mümin şahsiyeti bize insana, tabiata, nebatata, hayvanata karşı gösterilecek her türlü düşünce ve eylemde en güzel örnektir.
Osmanlı’nın Çevre Politikası
Osmanlı’dan günümüze ulaşan, gemilerin atıklarını Haliç’e boşaltmamaları uyarısını içeren tarihi bir belge, o dönemde çevreye verilen değeri göstermesi açısından önemlidir. Osmanlı’da çevreye zarar veren davranışlar müminin emaresi olarak uygun görülmemiş ve şehir buna göre imar edilmiştir. Hatta çevreye verilebilecek herhangi bir zarar hukuki yollar ile önlenmeye çalışılmıştır. Her şeyden önemlisi toplumda bir çevre bilinci oluşturulmuş; kanunlar, denetimler ve dahi bu alanda özel olarak çalışan vakıfların hizmetleri ile, yaşanabilecek her türlü zarar ve olumsuzluk önlenmeye yahut telafi edilmeye çalışılmıştır.
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Semerkand Aile Dergisi Sayı:208 s.14