Osmanlı'yı Kuran Kitap Garibnâme
Müslüman seyyah İbn Battuta, h. 725 / m. 1325 yılında Fas’ın Tanca şehrinden hac niyetiyle yola çıkmış ve Kuzey Afrika, Ceziretü’l-Arap, Fars, Türkistan ve Doğu Afrika’yı gezip yeniden Ceziretü’l-Arap’a dönmüştür. Henüz yirmi iki yaşında yola çıkan genç seyyah iki asırdır Haçlıların, Moğolların talanından geçmiş, iç karışıklıklarla dolu bir İslâm dünyası görmüştür. Her gittiği yerde sultanlarla görüşmüş, âlimlerin, şeyhlerin meclislerine katılmış, bazı tekkelerde halvete girmiştir. Üç kıtayı gezdikten sonra 1332 yılında Anadolu’yu gezmeye Alanya’dan başlayan genç seyyah birçok şehre uğramıştır.
İbn Battuta’nın Anadolu’da gördükleri, farklı beylikler altında yaşasalar da, aynı ruh ile mamur şehirler ve insanlardır. Her gittiği beldede, ahîlerin şehri maddi manevi nasıl muhafaza ettiklerine, bayındır kıldıklarına şahit olur. Her şehirde birçok tekke vardır, insanlar tasavvuf erbabına büyük hürmet göstermektedir. Katıldığı meclislerde tasavvufi şiirler okunmakta, sohbet erleri gönülleri birlik ve dirliğe davet etmektedir. Halk, âlimlere büyük itibar göstermekte, insanlar hep birlikte namaz kılmakta, itikat ve mezhebe ittiba konusuna büyük ehemmiyet vermektedirler. İtikaden yahut mezheben sapkın bir kimsenin Anadolu şehirlerinde elini kolunu sallayarak dolaşamayacağını tecrübeleriyle anlatır. Özelllikle Konya’ya vardığında türbesini ziyaret edip “şair şeyh” diye andığı Hz. Mevlanâ’dan sitâyişle bahseder.
Anadolu’yu Yeniden Canlandıran Ruh
İbn Battuta’nın Anadolu’ya geldiği yıl (1332) Âşık Paşa’nın vefat ettiği yıla denk düşmektedir. O zaman, Osmanlı tahtında Orhan Gazi oturmaktadır. Babası Osman Bey, 1324 yılında vefat etmiştir. Osman Bey’in şeyhi ve Âşık Paşa’nın da hemşehrisi olan Kırşehirli Şeyh Edebali hazretleri de 1327 yılında vefat etmiştir. Tam tarihi belli olmasa da Gülşehri’nin 1317’den sonra, Yunus Emre hazretlerinin de 1323 yılından sonra vefat ettiği biliniyor. Bunları söyleme sebebimiz, İbn Battuta’nın seyahatnamesinde anlattığı, küllerinden doğan Anadolu’nun hangi gönül ve söz erleriyle mamur olduğunu anlatmak içindir.
Hz. Mevlânâ, Fîhi Mafih’te Moğol istilası sebebiyle hicret ederek Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu halkını şiir sever bulduğunu, bu yüzden eserini, yani Mesnevî’yi manzum olarak yani şiir halinde yazdığını söylemiştir. Yedi asır öncesinden bize kalanlar da Yunus Emre, Âşık Paşa, Gülşehri, Şeyyad Hamza gibi şiirle halka seslenmiş gönül erleridir. Acıyı bal eylemiş, gönüller yapmaya gelmiş, Yunus Emre hazretlerinin ifadesiyle “Halka Tapduk manisin saçtık elhamdülillah” diyerek, Haçlı ve Moğolların talan ettiği, tefrikaya düşmüş gönülleri âbâd etmişlerdir.
Âşık Paşa, 1272’de Kırşehir’de dünyaya gelmiştir. Asıl adı Ali, mahlası Âşık’tır. “Paşa”, “beşe” veya “başağa” diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. Hayatı hakkındaki bilgiler, bizzat oğlu Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı Menâkıbü’l-kudsiyye fî menâsıbi’l-ünsiyye’de anlatılanlara dayanmaktadır. Âşık Paşa’nın Babaî isyanıyla maruf dedesi Baba İlyas’dır. 13. yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya gelerek Amasya’ya yerleşmiştir. Âşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa, Baba İlyas’ın en küçük oğludur.
Elvan Çelebi, Baba İlyas’ın isyanı desteklemediğini, kaç kez haber göndererek vazgeçmesini istemesine rağmen müridi Baba İshak’ın isyandan vazgeçmediğini bunun üzerinde de “Kolundaki kuvvet düşsün!” diye beddua ettiğini nakleder. Maalesef bu fitne Baba İlyas’a kadar uzanmış ve idam edilmiştir. Âşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa, o zamanlar küçük yaştadır ve gizlice Mısır’a götürülmüş, uzun yıllar sonra geri döndüğünde de hapsedilmiştir. 1273 yılında Konya’yı ele geçiren Muhlis Paşa, altı aylık bir hükümranlıktan sonra hâkimiyeti Karamanoğulları’na devretmiştir. Âşık Paşa önce Süleymân-ı Kırşehrî’den, daha sonra İlyas Paşa’nın halifelerinden Şeyh Osman’dan ders almıştır. Elvan Çelebi, babasının dünya işlerine hiç karışmadığını, kendini bütünüyle tasavvufa vererek bir velî hayatı yaşadığını kaydeder.
‘Sana Bir Âlim Getirdim’
Günümüze ulaşmış Garib-nâme nüshalarından biri Fatih nüshasıdır. Bu kıymetli nüshanın hanedan eline geçişi şöyledir. Hac dönüşü Molla Güranî hazretleri 2. Murad’ın huzuruna çıkınca, padişah “Bana ne hediye getirdin?” diye sorar. Molla Güranî de “Sana bir âlim getirdim” diyerek bu kıymetli eseri takdim eder.
Âşık Paşa hazretleri, eserini 1330 yılında bitirmiştir. Eserinin mukaddimesinde “Şimdi bizim zamanımızda halkın çoğu manaları anlamanın neye yaradığını bilmediklerinden gönül bahçelerinden bir gül deremez ve gül bahçesinde bülbül sesini işitemez. Bu yüzden, Türk dilinde bir kitap yazılıp o tertip üzere birkaç manzum söz söylendi. Faydasının her tabakadan insana ulaşacağı umulur.”
Sonra da şöyle buyurur: “Kimin niyeti düzgün ve aklı doğru ise bu kitabı okusun. Yaratılmaktan maksadın ne olduğunu bilsin ve sırlara ulaşıp tanısın da kendini buna göre değiştirsin. Çirkin işlerden ve kötü amellerden sakınsın. Allah Teâlâ’ya yakın veli kulları ile düşüp kalksın.”
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hz. Mevlana Mesnevî’yi halkın bu tarzı sevdiğini görünce yazmıştır. Fakat Farsçadır. Âşık Paşa ise eserini oldukça sade bir Türkçe ile söylemiştir. Aynı tarzı, hemşehrisi ve çağdaşı olan Gülşehri’de de görürüz. Âşık Paşa ve Gülşehri’nin derdi halka sahih itikadı, istikamet üzere gidilecek yolu anlayacakları bir dille anlatmaktır. Özellikle bir asır boyunca Moğol istilasından kaçan birçok Batınî grup Anadolu’ya akın etmiş ve ortalıkta sapkın sözler söyleyerek halkın kafasını karıştırmaya başlamıştır. İşte Âşık Paşa, Gülşehri ve Yunus Emre gibi aynı dönemde ve aynı bölgede yaşayan Allah dostları hep birlikte bu fitneye karşı mücadele vermişler ve yediden yetmişe herkese seslenecek bir dil ile bunu başarmışlardır. Bu dönem, tam bir ihlâs dönemidir. Bu ihlası emirinden müderrisine, mürşidinden esnafına kadar herkeste görmek mümkündür. Bu ihlâs tohumlarını ekip takva zırhı ile fitneleri bertaraf edenler de Garib-nâme gibi eserler yazarak her mecliste okunmasını sağlayan Allah dostları olmuştur.
Yedi Asırdır Tazeliğini Yitirmeyen Eser: Garibnâme
Garib-nâme 10.592 beyitten oluşan ve Anadolu’da bu büyüklükte Türkçe olarak söylenmiş ilk mesnevidir. Âşık Paşa eserini 10 bâba ayırmış ve her bâbı da on bölüme ayırmıştır. Eserin dikkat çekici bir yönü bâb sayısına göre, sayılar üzerinden hikmetli bir anlatışın tercih edilmiş olmasıdır. Buna göre, birinci bölümde birleri, yani birler üzerinde faziletli hususiyetleri anlatır. İkinci bölümde ikileri, üçüncü bölümde üçleri olmak üzere bu onuncu bâba kadar devam etmiştir.
Âşık Paşa, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in bütün hususiyetlerini herkesin anlayabileceği/ idrak edebileceği/ tatbik edebileceği bir dille anlatmıştır. Eserin eldeki nüshaları oldukça büyük harflerle ve harekeli bir biçimde yazılmıştır. Buradan hemen herkesin okuyup anlayabilmesi için yazıldığını anlarız. Aradan yedi asır geçmiş olmasına rağmen hem dili eskimemiş hem de mevzuları ele alış bakımından insanların idrakını sağlayacak tatlı bir üslup yakalamıştır. Toplamda yüz bölümden oluşan eserde, karşısındaki insanlara güzelce seslenir ve “Bir sözüm var eydeyüm dutarısan / İkilik kop birliğe biter isen”, gel dinlersen sana anlatacaklarım var dedikten sonra “Eydeyim bir hoş mesel senden sana / Yâdigâr olsun bu söz benden sana” diyerek dinleyeni kendine doğru çeker. Meseleyi güzel kıssalar ve temsillerle anlatıverir. Daha sonra da bu sözleri kendisine yazdığını, asıl kendisinin bu sözlere muhtaç olduğunu söyler. Arada bir anlattığı konuların ehemmiyetine dikkat çekmek ve insanların gönlünü yumuşatmak için “Âşık’ın cânı fedâ olsun fedâ / Cânına bu söz gıda olsun gıda” kabilinden sözler de söyler. Âşık Paşa oldukça sade bir üslupla, hiç yüksekten bakmadan, derin mevzulara girmeden, girse bile muhallebi kıvamında meseleyi anlatıveren bir âlimdir.
Birinci bâbda, birliği anlatır. Bu hem itikâdî birliktir hem de dünyadaki tefrika ve fitneden kurtulup zahirî birlik ve dirliğe götürecek ilaçtır. Şöyle seslenir “Pes bilin birlikdedir hak rahmeti / İkilikde kodu cümle zahmeti / Birlik ehline olur rahmet nüzûl / El-cemaâtü rahmetün dedi Resûl”. Kulluk için dünyaya geldiğimizi, kulluğun tevhid inancı olmadan ele geçmeyeceğini, tevhidin de Efendimiz’e ümmet olarak elde edileceğini, bunu elde etmek için de mutlaka mürşid-i kâmile ihtiyaç olduğunu anlatır. “Yalnuzın geçer ise ömrün senin / İle ermez kaldı yabanda cânın”, yalnız yola çıkanın hedefine, maksuduna ulaşamayacağını, yabanda/dağda yalnız kalacağını söyler.
Yeri geldikçe “Yalnuzın hiç kimsene yola varmadı / Kılavuzsuz Hak yolın başarmadı” ve “Kılavuz gerek yola girenlere / Kim ereler diledikleri yere” kabilinden sözlerle bir mürşide bağlılığın gerekliliğini anlatır. Maksuda varmak için "Âkil isen birliğe ulaşagör / Ne ki devlet varısa birlikdedür” der, bu birliğe varmak için de “Yârlık ile Hak yoluna giresin / Birlik ile Hak didârın göresin” diye devam eder.”Yârlık” bir Allah dostuna dost olmak ve onun izinde yola gitmektir. Eserin diğer bölümlerinde de ahlâkın güzel ve kötü taraflarını sayılarına göre hikmetli bir dille anlatır. Hem dünyevi dirlik ve huzurdan hem de ahiretteki dirlik ve mağfiretten bahseder. Her ikisini de elde etmek için sahih imana, riyasız amele ve dünyada elimizden tutacak, ahirette şefaate kavuşturacak bir rehbere/mürşide ihtiyaç vardır.
Âşık Paşa’nın eserindeki konulardan derin bir âlim olduğu anlaşılmaktadır. İtikattan, amelden, ahlâktan, tasavvuftan, askerlikten, devletten, siyasetten, toplum psikolojisinden, iktisattan ve daha birçok mevzudan kulluk şuuru çerçevesinde bahseder. Eserde yeri geldikçe ayet-i kerime, hadis-i şerif ve kelam-ı kibar sözlerini de Arapça olarak verir, daha sonra sade bir dille, söze devam eder, halkın anlayacağı misallerle seslenir. “Dünya Türkistan dağıdır karı çok / Âhiret umman ki gevherleri çok”. Yunus’un “İndik Rum’u kışladık” dediği gibi o da “Uçagelip dünya dağın yayladık / Âhiretden yana çün azm eyledik” diyerek halka nasihat eder, şerli işleri tatlı bir dille gösterir uzaklaştırır, hayırlı olanı da yine Yunus’un dediği gibi “Mumlu baldır şeriat, tortusuz yağdır tarikat” üslubunca aktarır.
Garib-nâme maalesef, günümüzde kıymeti bilinmeyen bir eserdir. Oysa o yedi asır öncesinden bizlere seslenmeye devam etmektedir. Dili halen tazeliğini korumakta, tatlı üslubu ve anlatış şekli günümüz insanın anlayışına hitap etmektedir. Garib-nâme aynı zamanda kendi asrına da kapı aralayan, Yunus Emre divanın geniş bir şerhi gibidir. Onca istila ve fitneden sonra Anadolu’nun yeniden küllerinden nasıl doğduğunun delili olan bu eser, çok sade bir dille Osmanlı devletinin tasavvufla yoğrulmuş ruhunun, medeniyetimizin Türkçe tercümanıdır. Sözü Âşık Paşa’nın dilinden düşürmediği “Ol imâmdan Hak bizi ayırmasın / Dünya âhir doğru yoldan ırmasın” duasıyla ve bir mürşid-i kâmile bağlanıp gerçek (girtü) dost olanlara canım kurban olsun dediği şu beyitle bitirelim: “Yüzü toprak Âşık’ın ol kimseye / Kim bu yolda girtü yârlık eyleye”
GARİBNÂME’DEN
“Cümle işin yeğreği birlik durur
Birliğe bitmek bütün erlik durur
Birliğe bitenler erdi menzile
İkilikle kimse gelmez hâsıla
Kanda kim iki gönül birlikdedir
Göresin bunlar ganî dirlikdedir”
“Aç gözün âfâk içinde gör ne var
İmdi bir gel kendözüne kıl nazar
Kim bilesin hak nedir bâtıl nedir
Dünya mülkünde sana hâsıl nedir”
“Evliyanın aşkı benzer güneşe
Her gün altın tâc vurur her bir başa”
“Evliyanın ilmi benzer şol suya
Kim gerek bu halkı her dem ol yuya”
“Bu âlimler bize her dem ilmile
Gösterir din tertibin kıldan kıla
Bildirir ol pâdişah emrin bize
Kıldırır peygamber kavlin bize
Öğredir abdest niçe almak gerek
Gösterir taât niçe kılmak gerek
Bildirirler bize dünya neydiğin
Anladırlar âhiret niceydiğin”
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Mostar Dergisi - Sayı 180 s.16