İslâm'ın İlk Yıllarında Vakıf ve Peygamberimizin Vakıfları
İslâm fert, aile ve toplum nizamının ilahi kaidelerle bütünleştirilmiş sisteminin adıdır. Dolayısıyla fert ve toplum bir diğeri için vardır. Toplumu meydana getiren de fertlerdir. İslâm’da ibadetler ferdî olduğu kadar da içtimaidir de. Yani ister Allah Teâlâ’nın hakları penceresinden bakılsın ister kul hakkı penceresinden bakılsın birini diğerinden ayırmak çok zordur. O sebeple ibadetlere dair olan hükümlerde bile birlik ve beraberlik emredilmiştir. Beş vakit namazın cemaatle kılınması, bayram namazları, selamlaşma, akraba ziyaretleri…
Müslümanın toplum içindeki vazifelerine gelince, bunlar takati ölçüsünce her bir bireye tevdi edilmiş vazifelerdir. Bunların bir kısmının yapılmasından kimsenin imtina etmesi söz konusu değilken bir kısmı da sadaka-i cariye niteliğindedir.
Toplum içerisinde bulunan ancak kendi yaşam ihtiyaçlarını karşılayamayan ihtiyaç sahibi fakir ve yetimlerin, miskin ve düşkünlerin gereksinimlerinin, yeterli imkana sahip olan toplum fertleri tarafından karşılanması toplum olmanın bir gereğidir. Toplumda dayanışma ise Hazret-i Peygamber aleyhissalatü vesselamın ifadesiyle bir vücudun organları olarak düşünülen toplum fertlerinin, toplumsal yapının güçlenmesine ve gelişmesine katkı sağlayan her alanda yardımlaşarak bir bütün oluşturmasıdır. Diğer bir ifadeyle sosyal dayanışma toplumun üyesi olan her kişinin yaşadığı çevreye karşı görev ve sorumluluklarının farkında olmasıdır. Bu maksadı temin etmek üzere İslâm toplumlarında vakıf adı verilen ve kaynağını Hazret-i Peygamber aleyhissalatü vesselamdan alan nadide bir kurum bulunmaktadır.
Vakıf, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis ederek ve Allah Teâlâ’nın mülkü hükmünde olarak, temlik ve temellükten ebediyen menederek Allah rızası için bağışlamaktır. Başka bir tarifte ise vakıf, mülk olan bir şeyi vakfedenin mülkiyetinde kalmak üzere menfaatini yoksullara veya başka hayır yollarına tasadduk etmekten ibarettir. Vakfın kuruluş amaçları, yoksullara yardım ederek insanlar arasında ekonomik dengenin oluşmasına yardım etmek, birlik ve beraberliği sağlamak ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır.
Kur’an ve Sünnet, Allah yolunda sadaka ve infakı en hayırlı amellerden saymış ve müslümanları infaka teşvik etmiştir. Ayet-i kerimede, “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe kavuşamazsınız.” ( l-i ‘İmran, 92). “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzelinden ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak ediniz.” (Bakara, 267) buyurulmuştur. Vakıf bırakmayı özendiren ve yaygınlaşmasına vesile olan Hazret-i Peygamber’in bu konu ile alakalı pek çok hadis-i şerifi vardır. Ebû Hureyre radiyallahu anh’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadaka (sadaka-i câriye), faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir evlad bırakanlarınki kesilmez.” (Tirmizî, Ahkâm, 36)
Bu hadisten de açıkça anlaşılacağı gibi “sadaka-i cariye” ifadesi hayır işi kabul edeceğimiz vakıf konusuna vurgu yapılmaktadır. Bu müjdeye mazhar olmak isteyen müslümanlar güçleri ölçüsünde hayır yolunda adeta birbirleriyle yarışmışlardır.
Allah Rasulü’nün Vakıfları
Hazreti Peygamber aleyhissalatü vesselam infaka teşvik etmekle kalmamış, bizzat gerçekleştirdiği uygulamalarıyla İslâm tarihinin ilk vakıflarını tesis etmiştir. Medine’ye hicret esnasında inşa ettiği Kuba Mescidi ve kendi adını taşıyan Mescid-i Nebi bizzat Hazret-i Peygamber’in vakıflarıdır.
Hazreti Peygamber aleyhissalatü vesselam, hayrî vakıflarından başka, sahibi olduğu arazilerini İslâm toplumunun ihtiyaçlarına, ordunun teçhizine ve müslümanların fakirlerinin ihtiyaçlarının karşılanmasına tahsis etmek suretiyle vakıf hizmetlerinin ilk örneklerini ortaya koyarak ashabına örnek olmuştur. Hazreti Peygamber’in Medine’de, Hayber’de, Fedek’te ve Yenbu’da arazileri vardı. Bu arazilere bağış veya ganimet yoluyla sahip olmuştu. Sahip olduğu mülklerin başında Uhud savaşında şehit düşen Muhayrik’in Medine’deki yedi parça hurma bahçesi gelmekteydi. Yahudi kökenli sahabe olan Muhayrik, Uhud savaşı öncesinde müslüman olmuş ve şehit olduğu takdirde, sahibi olduğu yedi parça hurma bahçesini Hazreti Peygamber’in tasarrufuna bıraktığını söylemiş, Allah Teâlâ’nın dilediği şekilde o araziler üzerinde tasarrufta bulunabileceğini vasiyet etmişti. Nitekim Muhayrik, Uhud’da şehit olunca Hazreti Peygamber onun verimli arazilerini İslâm’ı yaymak için yapılacak faaliyetlere bağışlamıştı.
Hayber’den kendi payına düşen araziyi üç hisseye ayıran Hazreti Peygamber aleyhissalatü vesselam, üçte ikisini ihtiyaç sahibi müslümanlar için vakfetmiş, üçte birini de kendi ailesinin geçimine tahsis etmişti. Fedek, savaş yapılmadan elde edildiğinden Hz. Peygamber’e tahsis edilmişti. O da Fedek arazisinden elde edilen gelirden aile geçimi için ihtiyaç duyduğu miktarını almış, artanını yolda kalmışlara, evlenmeye gücü yetmeyen bekârlara ve Haşimoğullarının fakirlerine bağışlamıştı. Yenbu’daki arazisini ise akrabalarına, fakirlere, yoksullara ve yolculara harcanmak üzere vakfetmişti. Bütün bunlardan Hz. Peygamber’in kendisine ait arazilerin tümünü hayatta iken İslâm’ın yayılması ve müslümanların ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği, sadece ailesini geçindirecek kadar bu gelirlerden istifade ettiği söylenebilir.
Hayatta iken bütün mallarını İslâm toplumunun ihtiyaçlarına sadaka kılmak suretiyle vakfeden Hazret-i Peygamber: “Biz peygamberler miras bırakmayız, bizim bıraktıklarımız sadakadır” (Buhârî, Meğâzî, 14, 38) diyerek terekesinin vakıf olduğunu açıklamıştır.
Dini ve dünyevî her hususta ashabına örnek olan Hazreti Peygamber, henüz hayatta iken arazilerini ümmetin ihtiyaçları doğrultusunda sadaka kılarak vakıf kurma konusunda da fiilî uygulamalarıyla ashabına önder ve örnek olmuştur. Hazreti Peygamber, sahip olduğu arazilerini vakfettiğine dair yaptığı açıklamalarda bu arazileri hangi şartlarda ve hangi cihetlere yönelik vakfettiğini de beyan etmiştir. Bu da göstermektedir ki vakfın kurulması ile vakfın idaresi ve idamesine dair ilkelerin ortaya konması aslı itibariyle Hazreti Peygamberin tavsiyelerine ve uygulamalarına dayanmaktadır.
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali -radıyallahu anhüm- başta olmak üzere sahabeden Hazreti Peygamber’i örnek alan imkân sahibi kimseler de mallarını Allah yolunda vakfederek Hazret-i Peygamberi örnek almışlardır. En sevdiği mülkünü, Hayber’deki Semğ hurma bahçesini vakfederek Hazret-i Peygamber’i örnek alan sahabeden biri olan Hazreti Ömer, onun bu konudaki tavsiyelerini yazılı bir metin haline getirmek suretiyle bir vakfiye oluşturarak asırlar boyu hayır yarışında bulunacak olanlara örnek olacak bir uygulama başlatmıştır. Bu manada sahabeden Sa’d bin Ubâde su kuyusu açtırıp insanların istifadesine sunmuş, Halid bin Velid zırhlarını ve diğer savaş aletlerini vakfetmiştir. İmam Şâfiî, Mekke ve Medine’de Hz. Peygamber’in ashabı tarafından kurulan çok sayıda vakfın mevcut olduğunu ve kendi zamanında da bu vakıfların varlıklarını devam ettirdiğini haber vermiştir.
Bizzat kaleme aldığı vakfiyesinde Hz. Ali, önce kendi mülkiyetindeki Yenbu’da bulunan arazilerini vakfettiğini belirtmiş, ardından Hazreti Peygamber’in Yenbu’daki arazisinin vakıf olduğunu kayıt altına almıştır. Söz konusu vakfiyede Hz. Ali: “Beni cennetine koyması, ateşi benden, beni ateşten uzaklaştırması için Allah’ın rızasını umarak Yenbu arazisini tasadduk ediyorum (vakfediyorum)… Bu (vakfiye), Ali b. Ebu Talib’in malı hakkında ikrarı ve hükmüdür”, diyerek vakfını gerçekleştirme amacını ve kararlılığını ortaya koymuştur. Hz. Ali “…Ali’nin çocukları kendi arazilerinin bakımını ve imarını gerçekleştirdikleri gibi onun (vakıf arazinin) güvenliğinden ve yönetiminden de sorumludurlar...” diyerek kendisinden sonra mütevellilik görevinin kendi zürriyetince yürütülmesini istemiştir. “O (vakfın geliri), savaşta, barışta, hayırlı işlerde, akrabalara, yakın ve uzakta olanlara her türlü ihtiyaç anında infak edilsin diye Allah yolunda ve onun uğrunda yapılmış bir vakıftır,” (Abdurrezzak, el-Musannef, 10: 375) sözüyle de vakfın gelirinin nerelere harcanacağını açıklamıştır.
Hz. Ali, Yenbu’ya ilaveten Vâdi’l-Kura, Ureyne ve Ra’d gibi yerlerde olan arazilerini de vakfettiğini yine bu vakfiyesinde beyan etmiştir. “…bunlar satılmaz, hibe edilmez ve Allah yolundan başkasına miras bırakılmaz. Allah, onları kabul eder, fakat miras bırakmaz,” sözüyle de vakfın derûnî boyutuna işaret ederek vakfı kendi mülkiyetinden çıkardığını Allah’ın mülkü haline getirdiğini ifade etmiş olmaktadır.
Hz. Ali, vakfiyenin sonunda Hazret-i Peygamber’in vakfından şöyle bahsetmektedir:
“Yenbu’ civarındaki Rasulullah’ın malı da Allah yolunda ve Allah rızası için akrabalara, fakirlere, yoksullara, yolculara harcansın. İşçileri, emaneti inkâr etmeden, kendi malları gibi çaba sarf ederek arazinin bakımını terk etmeden, ihmal etmeden örfe uygun bir şekilde ondan yesinler, arazinin bakımını yapsınlar ve çalışsınlar.”
İslâm tarih ve medeniyetinin temel kurumlarından biri olan vakıf müessesesinin yönetim rehberi niteliği taşıyan vakfiyenin temel özellikleri ilk defa Hazret-i Peygamber’in tavsiyeleri ışığında Hazret-i Ömer tarafından ortaya konulmuştur. Ondan sonra onun soyundan gelen nesiller ve onun icraatlarını tarihe mal etmeye çalışan âlimler büyük bir titizlikle onun vakfiyesini muhafaza etmeye çalışmışlardır. Tarih boyunca Hazret-i Peygamber ve önde gelen sahabilerinin örnekliğinde tüm İslâm toplumlarında titizlikle tanzim edilen vakfiyeler, en teferruatlı şekline Osmanlı döneminde kavuşmuşlardır.
Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Dr. Hüseyin Okur - Mostar Dergisi - Sayı:182 s.16