Görüş Bildir

Güvenilir İnsan Dosdoğru Olandır

Güvenilir insan dosdoğru olandır. Hakk’a güven halka güven.

Kimseye güvenim kalmadı”, “Bu devirde kime güveneceksin?”, “Kime güvendiysem, kazık yedim.” Buna benzer cümleleri her gün söylüyoruz, duyuyoruz. Demek ki pek “güven”de değiliz. Zaten dilimizde “güven” değil, “güvensizlik” bildiren atasözleri daha fazladır. Mesela: “Güvendiğim dağlara kar yağdı”, “Güvenme dostuna, saman doldurur postuna”, “Akan suya inanma, el oğluna güvenme”...

Mümin emin insandır, güvenilirdir. Ancak yapılan araştırmalarda, insanlara güvenin az olduğu ülkeler arasındayız. Sadece insanlara değil, kurumlara da… Nitekim onları da insanlar kuruyor, çalıştırıyor. Kısacası kurumlara güvensizlik de aslında insanlara güvensizliktir. İçinde yaşadığımız güvensizliği anlamak için günlük hayatımıza baksak yeter. Öyle bir toplumuz ki bir tanıdık bulmadan bir mobilyacıya veya araba tamircisine gidip girmeyiz. Neden? Çünkü herhangi bir dükkana girsek kazık yiyeceğimizi, bozuk mal satılacağını, üstünkörü iş yapılacağını, paramızla rezil olacağımızı tahmin ediyoruz. Aynı şey hemen hemen her meslek için geçerli. Bunun temelinde ahlâki değerlerimizi unutmamız yatıyor. Kimse ahlâksız bir kişiye veya kuruma güvenmez. Güvensizlik ahlâksızlığı, ahlâksızlık da güvensizliği üretir. Demek ki güvensizliğimizin sebepleri yalancılık, aldatma, ikiyüzlülük, tamah gibi görünse de tektir: Ahlâksızlık.
 

Güvenilir İnsan, Dosdoğru Olandır


Bugün kimse kimseden, yapılan işten, başına gelecekten emin değil. Burada “güven” kavramının ikizi olan başka bir kavramı görüyoruz: Emniyet. Tevhid kavramları bir asırdan beri öylesine yıkılıyor ki bugün “emniyet” desek aklımıza sadece polis gelir. Oysa Rasulullah Efendimizin (s.a.v) delikanlılığından vefatına kadar lakabı herkes için “elemin” idi. Peki bugün biz ümmetinin lakabı ne? Efendimiz (s.a.v) buyurmuş: “Müslüman elinden ve dilinden herkesin emin olduğu kişidir.” (Nesai, İman, 8) Peki bu hadis karşısında bizim durumumuz ne?

Emniyet; “korkusuzluk, itimad duyma hali”dir. “Emniyet” ve “emanet” kelimeleri aynı kökten gelir. Emanet ancak emin olan kişilere verilir. Yine Mevlamızın bir adı da “el-Mü’min”dir ki kullarını zulümden, sevdiklerini ise azaptan koruyan demektir. “İman” kelimesi de aynı kökten gelir; “Bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmeye” denir. Bakın “tasdik” dediğimiz anda başka bir tevhid kavramına erişiyoruz: Sıdk, yani sadık olmak. Ancak sözüne, işine, yoluna sadık kişi güvenilir olabilir. Her duanın sonunda söylediğimiz “âmin” de, “emniyet” ile aynı köktendir. Rabbimize “kabul et” diyerek niyaz etmektir. Emin olmak demek “korkmamak”, “inanmak” demektir. “İtimad” da bu anlama gelir.

Yani emniyet; emanet, emin olmak, güven ve itimad ile ilgilidir. İtimât, “yaslanmak” demektir. Gerçekten de güvendiğimiz insana şeksiz şüphesiz yaslanırız. Ondan ihanet veya zarar görmeyeceğimize emin oluruz. “İmâd” ve “amûd” kelimeleri de “itimât” ile aynı kökten gelir. Bunlar ise “yaslanılacak nesne, direk” anlamına gelir. Demek ki güvenilir insan, direk gibi dosdoğru olandır. İşi, gücü, yolu, sözü eğri büğrü olan insana güven olmaz. Dosdoğru olmaya “istikamet” denir. Fatiha’da geçen “sırat-ı müstakim” kavramı da buradan gelir. “Dosdoğru yol” demektir. İşte bu yüzden, dosdoğru olmak bizim temel niteliğimiz olmalı. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana emrolunduğu gibi dosdoğru ol! Siz de azıp sapmayın. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.” (Hud Suresi, 112. ayet) Rasulullah Efendimiz bu ayet için “Beni ihtiyarlattı” demiştir.

Peki, biz böyle dimdik, dümdüz, dosdoğru insanlar mıyız? İşyerimizde, sokakta, evde nasılız? Dürüst müyüz? Bir yüzümüz mü var, iki mi yoksa daha mı çok? Yalan toplumumuzda niçin bu kadar yaygın? Hatta daha da fecisi, yalan neden bu kadar normal karşılanıyor? Yalan kapkara olmasına rağmen nasıl oluyor da “beyaz yalan”dan bahsediliyor? “Köprüyü geçene kadar”, “Bu işler böyle yürüyor” diyerek bu haram nasıl doğru gibi gösteriliyor? Esnafından siyasetçisine, medyasından karı kocasına kadar neden böyleyiz?

Bilirsiniz, “güvenilir” anlamında “mutemet” kullanılır. Bankaların büyük paraları götürüp getiren elemanlarına da bu ad verilir. Müslüman, Peygamberi gibi “emin” ve “mutemet” olmalı, değil mi? Birçok Batılı dilde bile “güven” kelimesinin karşılığı gider “inanmak” fiiline dayanır. İnanan güvenir, güvenen inanır. Ama kime? Bizim iki asırdır yaşadığımız perişanlığımızın sebebini bu soruda aramak gerekir. Eğer biz bütün Müslümanlar olarak güvenmekte ve güvenilmekte bu kadar eksiksek demek ki inanmamızda da bir eksiklik var.
 

İnanmak, Güvenmek, Dayanmak


Evet, insanlara inanmak, güvenmek, yaslanmak gerekir. Ama bunu yapabilmek için Mevlamıza inanmak, güvenmek ve yaslanmak gerekir. Bu konuda da iki asırdır büyük bir zaafımız var. Yani Allah’a itikad, itimad, istinadda çok eksiğiz. Allah’a hakkıyla iman etmeyince O’na nasıl güveniriz? Biz iki asırdır “Aklı kaybettik, akla önem vermeliyiz” diyerek her şeyi kendi küçük aklımız ve irademizle yaptığımızı sanıyoruz. Takdir kelimesini sadece taziyelerde “Takdir böyleymiş” diye teselli sözü olarak kullanıyoruz. Allah’ın takdirini, her şeyi ve her olayı yarattığını unutmuş durumdayız. Allah’a tam manasıyla itimad da etmiyoruz. “Birileri gelsin bizleri kurtarsın, Batılılar elimizden tutsun, bir yerden para çıksın zengin olayım, ben her şer işi yapayım ama cennete de gireyim...” diyoruz; kafa yapımız bu…

Yaradan’a güvensizlik, O’na yaslanmamızı da engelliyor. Yani maalesef, Hakk’a istinadımız da yok. Yardımı O’ndan değil, kendi kendini diri kılamayacak fani insanlardan ve araçlardan bekliyoruz.

Bütün bu üç sıkıntının, yani itikad, itimad ve istinad sorununun sonucu ne? En başta belirttiğimiz gibi; ahlâksızlık. Ama ahlâksızlık deyince aklımıza genellikle zina, kumar, açık saçık giyinmek gelir. Güveni yok eden riyakârlık, yalancılık, haset, mal ve mevki hırsı pek gelmez... Oysa bunların hepsi ahlâksızlıktır. Gerçek ahlâksızlık ise Allah ile irtibatını koparmak, O’ndan gafil olmaktır.
 

Kime Güvenelim?


İki asırdan beri taklitle vakit geçirdiğimiz Batı’nın insana bakışı şu Latince deyişe dayanır: “Homo homini lupus” yani “İnsan insanın kurdudur.” İnsanlara böyle vahşice bakan, kendine de vahşice bakar. Nitekim dünya tarihinin en vahşi teknikleri, savaşları, katliamları Batı’nın eseridir. İnsan insana düşman olduğu için Batı’da insanlar bir sorun olduğunda bunu diğer insanlarla çözmek istemezler. Kapı komşularıyla bile bir sorun olduğunda onlarla doğrudan muhatap olmazlar. Hemen isimsiz, şahsi ilişkinin yasak olduğu, soğuk yüzlü bir kuruma müracaat ederler. Polise şikâyet ederler, mahkemeye başvururlar, psikologa giderler. Batı toplumlarında en fazla güvenilen kurum polistir. Gerçek “aracılar düzeni” oradadır. Borcu bir eşten dosttan, akrabadan istemezler. Bankadan faizle borç alırlar.

Batı’nın bu “insan düşmanlığı” onları kapalı, katı, sorunlu, marazi varlıklara dönüştürmüştür. Her türlü zararlı madde bağımlılığı, sapıklık ve sapkınlık buradan doğar. Psikolojinin, psikiyatrinin, “kişisel gelişim” denen zırvaların, ilaç sektörünün bu kadar gelişkin olmasında insanlara karşı inançsızlığın ve güvensizliğin rolü büyüktür. Kısacası güvensizlik insanlardan uzaklaşmayı getirir. Bu da sevgisizliği doğurur. Boşuna “Bizde böyle şeyler yok” diye avunmayalım, bizim de gittiğimiz yol maalesef aynı. Allah muhafaza bir-iki nesil sonra çürümüş Batı’nın benzeri olmaya doğru gidiyoruz.

İnsanlarla ilişkimizde ölçüden uzağız. Aile hayatında, ticarette, hayatın çoğu alanında bir çizgimiz yok. Bu yüzden bir kişiye iyi bir davranışla sonsuz güven duyuyor, bir hatasını gördüğümüzde ise yıkılabiliyoruz. Oysa bu çok yanlıştır. Bir binanın temelini yıkan şey ile penceresini kıran, kiremitini düşüren şey aynı değildir. Peygamberler dışında her insan hata işleyebilir. Mesele kendimizi ve herkesi artı ve eksi yönleriyle beraber değerlendirebilmektir. Nitekim Hazreti Ali’ye (k.v) Efendimiz (s.a.v) şöyle der: “Öncekilerin ne dediğini biliyor musun? Sevdiğini, dostunu ölçülü sev. Çünkü bir gün gelir o dostun düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü buğz et. Çünkü düşmanın bir gün olur da dostun olabilir.” (Tirmizi, Birr, 60)

Hayali olmayan kişinin hayal kırıklığı da olmaz. Yani insanlara abartılı bir şekilde, onları eksiğiyle fazlasıyla tanımadan hemen güven duymanın sonu güven yıkımıdır. Tersi de doğrudur. Hoşumuza gitmeyen bir davranışıyla kesin hüküm verdiğimiz kişiler belki de bizim yakın dostumuz olabilecek kişilerdir. Bir türlü vasatı, yani orta yolu bulamıyoruz. Peki, orta yolu nasıl buluruz? Yine aynı cevap: Hak ölçüsünü bilip tutmakla…

Güvenilecek kişi en başta ahlâklı olmalı. Yani? Doğru, dürüst, helali haramı bilen ve ona göre davranan kişi olmalı. Ama böyle diye yine her insana ölçüsüz, sınırsız güven duyulmaz. Aksine, güvensizlik de duyulmaz. Her insana, hatta kendimize, eşimize, çocuklarımıza da bir “insanlık payı” dediğimiz mesafeyi bırakmalıyız. Yani hata işleme ihtimalini tanımalıyız.

Doğru insanlara güvenelim. Ama insanın doğrusunu nereden bileceğiz? Doğruluğun ölçüsü nedir? Ölçü, karşımızdakinin görünür ibadetleri değildir. Ahlâk kişinin diğer insanlarla olan ilişkilerinden, işlerini, davranışlarını hangi ölçüye göre yaptığından anlaşılır. Sadece sözlerine, kıyafete, bağlantılarına bakarak birisi hakkında asla güven veya güvensizlik beslenmez. Güvenilir adam arıyoruz, bulamadığımız için şikâyet ediyoruz. Peki, acaba biz güvenilir miyiz? Öyle hemen “Benim kalbim temizdir”, “Ben hiç yalan söylemem” gibi sözlere sığınmayalım.

İnsanlar hakkındaki ölçümüz, kendimiz hakkındaki ölçümüzdür. Bu da kulluk ölçüsü olmalıdır. Kulluk ölçüsü ise “Rasulullah (s.a.v) Efendimizin sünneti”dir. Sünneti bilmeden ve yaşamadan günlük hayatımızda ne yapacağımız bilemeyiz.
 

Güven ve Muhabbet Kalesi: Aile


Güven; kristal bir vazo gibidir, kırılınca tamiri pek mümkün olmaz. Bu ailede de böyledir, siyasette de, ticarette de... Fakat bu; her hayal kırıklığında, her hatada, her uyuşmazlıkta ilişki berhava edilmeli demek değildir. Sevgi en büyük onarıcıdır. Eşler arasında güveni oluşturan sevgidir. Kişi sevdiğine eksiklik yakıştırmaz. Sevdiği kişi aynı zamanda güvendiği kişidir. Ama sevgi tek başına yetmez. Saygı gerekir. Saygıyla korunmayan sevgi yiter gider. Sevgi, samimiyet demektir. Ana baba sadece birbirlerine karşı değil, evlatlarına karşı da samimi olmalı. Bizdeki yaygın yanlış maalesef çocuklarımızı ya aşırı disiplin ile sindirmek ya da tamamen şımartmaktır. İkisi de yanlış. Samimiyet hadsizliği, edepsizliği, saygısızlığı getirmemeli. Saygı da muhabbeti, şakalaşmayı, paylaşmayı engellememeli.

Samimiyet açıklık demektir. Yalan, dolan, lafı çevirme işin içine girerse aile ortamı bir pazar havasına döner. Açık olmak, önce kendine açık olmaktır. Kusurlu olabileceğimizi asla unutmamalıyız. Eşimizden, evladımızdan hoşumuza gitmeyen bir şey görsek hemen tepki vermemeliyiz. “Belki ben yanlış anladım” diyerek sabırla onların kendilerini ifade etmelerini istemeliyiz. Göreceksiniz, o ilk anda verdiğimiz tepki çoğu kere yanlış çıkacaktır. Demek ki güven aynı zamanda sabır işidir. Düşüncelerimizi, beklentilerimizi, sıkıntılarımızı eşler olarak birbirimize rahatça ifade edebilmeliyiz. Bunu yaparken de dinlemeyi bilmeliyiz. Kalp kırmadan, üzmeden eleştirimizi yapabilmeliyiz. Bunun da ölçüsü “sünnet”tir. Rasulullah Efendimiz (s.a.v) hoşnutluğunu ve hoşnutsuzluğunu nasıl ifade ederdi, annelerimize ve evlatlarına nasıl davranırdı, bunu güzelce öğrenmeli ve taklit etmeye çalışmalıyız.

Güvenin en büyük düşmanı yalandır. Ailemizde yalana yer olmamalı. Ana baba, çocuklar herkes bilmeli ki hata yapınca onu itiraf etmek, yalan söylemekten daha güzel bir şeydir. Bunu kendimize, eşimize, çocuklarımıza sürekli hatırlatmalıyız. Hatayı itiraftan sonra gelmesi gereken ise özür dilemektir. Çocuğumuzdan olsun, eşimizden olsun... Bu da büyük bir erdemdir. Kişinin Rabbinden uzaklaştıktan sonra dönmesine “tövbe,” insanlardan uzaklaştıktan sonra dönmesine de “özür” denir. Kişi Rabbine tövbeyle, insanlara da özür ile döner. Bu hususta gurur olmaz. Zaten Arapça kökeninde “gurur”, “aldanmak, aldatmak” demektir. Aldanmak ve aldatmayı açıklık ve samimiyet devre dışı bırakır. Kişi başkalarını aldattığında aslında kendini aldatır. Çünkü yalana bulaşmış birisi kendini yalanlıyor demektir. Yalanın ömrü kısa olur. Yalan ile inşa edilen güven, temeli çürük bir ev gibidir. İlk sarsıntıda çöker.

Dürüstlüğü şaşmaz bir ilke olarak benimsemeliyiz. Hatırlayalım; “itimad” kelimesiyle aynı kökten gelen “imâd”, “direk” demektir. Evet, güven vermek ve güven almak için direk gibi dosdoğru olmalıyız. Ama direk gibi olmayı, sopa gibi olmak ile karıştırmayalım. Doğruluğumuzu, açık sözlülüğümüzü, dürüstlüğümüzü başkalarını ezmek için sopa gibi kullanmayalım. Maalesef bu nobranlık bizde çok yaygın… Pek çoğumuz kaba davranmayı, kalp kırmayı, ağzına geldiği gibi konuşmayı “samimiyet” sayıyor. “Ne yapayım, ben böyleyim” diye bir de mazeret uyduruyor. Oysa dobralık, nobranlık demek değildir. Her doğru, güzelce söylenmelidir.

Güveni yıkan en sinsi hastalıklar dedikodu, laf taşıma ve hasettir. Bunlardan da uzak durulmalı. Çünkü yalanla, iftirayla, dedikoduyla eşimizi, çocuğumuzu veya akrabalarımızı karalamak güveni yok eder. Güvensizlik de kopuşa götürür. Büyük kul hakkıdır.

Kısacası iyi bir kul olmaya çalışan insan, güvenilir insandır. Ana olsun, baba olsun, çocuk olsun... Ailede, toplumda, devlette güveni ayakta tutacak temel aynıdır: Allah’ın dosdoğru yoluna girmek ve o yolda dosdoğru yürümek.


Aşağıdaki kaynaktan faydalanılmıştır:
Atilla Pamirli - Semerkand Aile Dergisi Sayı:167 s.6



nizami hayat logo